“Yarım lahmacun, iki şilinlik fırın kebabı eder mi?”
BİR ÖYKÜ…
DR. DERVİŞ ÖZER
"Bir lahmacun kaç para" diye sordu bozuk Türkçesiyle.
Cebinde, duyduğu paranın altında parası vardı.
"Peki yarım olsun" dedi.
Kapının yanındaki masaya eğreti oturdular. Kendi, kaç gündür kesilmemiş sakalı ve ayağındaki delik ayakkabıları ile yanlamasına oturdu sandalyeye. Hemen kalkıp kaçacak gibi bir hali vardı. Yanındaki oğlan, kara gözlü, kara kaşlı ve saçları sıfıra vurulmuş bir çocuktu. Ayağında deniz terlikleri vardı. Üstündeki t-shirt, hem delik hem de kirli idi. Ön dişleri dökülmüş, yeni yeni çıkıyordu. Boynu bir buğday galemi kadar ince ve kırılgandı. Yüzü güneş yanığı idi ve korkulu gözlerle lokantayı izliyordu. Şimdi sanki birisi bir şey söyleyecek ve onları lokantadan kovacakmış gibi kaçmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Arada babasının gözlerinin içine bakıyor ama yine mahcup bir şekilde başını önüne eğerek bekliyordu.
Yarım lahmacun geldi. Adam yarım lahmacunu oğlunun önüne itti. Çocuk korkarak yemeğe başladı. Sanki başkasının malını yiyormuş gibi korkakça yiyordu. Eline lahmacundan bir parça alınca etrafına bakınıyor, sonra var olan dişlerinin tarafıyla yemeye çalışıyordu. Adam yemeğe dokunmadı. Sadece oğlunu izledi . Oğlan dişlerinin kesmediği tarafları, kararmış elleri ile ayırıp, ortadaki yumuşak tarafları yedi. Adam oğlanın ayırdığı, sert pişmiş kenarları alıp ağzına attı. Gözünden bir damla yaş önüne döküldü. Kirli gömleğinin ucuna gözlerini sildi. Oğlu ağladığını görmesin diye de yüzünü dışarıya dönüp gelip, geçeni seyretmeye başladı. Oğlan babasının ağladığını fark etti ama başını eğip yemeğe devam etti. Küçük oğlan tabakta kalan, sert bir iki kenarı da yolda kemirmek için aldı ve kalktı. Adam elini cebine attı, cebindeki tüm parayı masaya bıraktı ve dışarı çıktılar.
Üç gündür açtı. Kimsesi yoktu, bütün yakınları savaşta yaralanmış babası da ortada görünmüyordu. Üç günlük açlık, olmamış karpuzları kemirmeyi öğretmişti ona. Açlık ona buğday tarlalarından buğday çalmasını öğretmişti. Kenarda köşede büzüşüp ağlamayı, tanıdık birini görünce ayağına kapanıp ailesini sormayı adet edinmişti. Sonraları, sormayı kesti ve bir kenarda sessiz sessiz ağlamaya devam etti.
Babasını görünce koşup bacağına sarıldı. Ağladılar.
"Baba ben açım "dedi. Babası onu elinden tutup savaşın içinde açık olan bir lokantaya götürdü ( zaten tek lokantaydı) fırın kebabından başka bir şey de yoktu.
"Fırın kebabı kaç para?" diye sordu.
"İki şilinim var" dedi ve iki şilinlik fırın kebabı koydurdu. Oğlunun yemesini ağlayarak seyretti. Eti kemikten ayıramadığı kısımlarda, kemiği baba kendisi yaladı ve bol ekmeği fırın kebabının suyuna batırarak yedi. Yediler... Doymamıştı, ama olan oydu. Kalktılar. Babanın gözünden yaşlar dökülüyordu, oğlunun elini tuttu ve ilkokulun duvarının arkasından dolanıp, derenin kenarından köyün içine yöneldiler.
45 sene oldu.
45 senede hiçbir şey değişmemiş.
Yine çocuklar aç.
Yine babalar çaresiz.
Tanrı mı ?
Varsa da, hiç kimse umurunda değil!...
(DR. DERVİŞ ÖZER – 2.9.2019)
BASINDAN GÜNCEL…
“1975 yılında yerleştiğimiz Mağusa-Maraş…”
Ulus Irkad
Mağusa Maraş’a Baf’tan 1975 yılında geldiğimiz zaman yerleştirilmiştik. Ağustos ayı içindeydi ve Maraş’ın açık olan tarafını o zaman Baflılar ve Anadolu’dan getirilen insanlar için açmışlardı. Ne yalan söyleyeyim, Baf’tan gelen bizler bile oradaki kültürden bihaberdik. Anadolu’dan gelen halk ise daha da uzaktı o kültüre. Sifonlu tuvaletler, banyolar biz Baflıların bile imrendiği ama pek 1963 yılında kaybettiğimiz bir lüks hayattı. Her evin bir kütüphanesi muhakkak vardı ve entellektüel bir nüfus yanında, işveren, ithalatçı veya ihracat yapan bir nüfusun olduğu, gelirlerinin de yüksek olduğu evlerdeki eşyalardan ve kitaplardan belliydi. Okuyordu Maraş Rum halkı hem de fazlasıyla. Müzelerinin, tiyarohanelerinin olması bunun da kanıtıydı. Maraş ve Kuzey Kıbrıs’taki yaşayan Kıbrıslırumların hayatı bizden moderndi. Her evde bunlar varken muhakkak bir çamaşır makinesi, buzluk ve bilhassa televizyon eksik değildi. Hele hele bir de evlerdeki kitaplar ve kütüphaneler daha da göze çarpanlardı. Kütüphanelerde bulduğumuz kitaplarda daha fazla İngilizce, Rusça ve Arapça dilleri oldukça etkindi. 1974 yılında burada yani Maraş’ta yaşayan insanların kültür düzeyini göstermekteydi bu kültürel kaynaklar. Evlerde muhakkak İngilizce, Rusça ve Yunanca ansiklopedik diziler göze çarpar, okunan politik ve edebiyat kitaplarından buradaki insanların kültür düzeylerini farkederdiniz. Fakat biz ne yapmıştık? Çoğumuz zaten Güney’den veya Türkiye’den getirdiğimiz adetlerimizle kitap okumadığımızdan, üstelik de kitapların yabancı diller olmasından dolayı, bu kitapları yığınlar halinde sokaklara dökmüştük. O kitapları raflarında bırakıp korusaydık kimbilir ne bilgileri korumuş olacaktık… Bırakın onu, Maraş’ta onlarca terk edilen tiyatro evlerini de pek umursamadık. Zaten bizde tiyatro olayı sadece okul müsamerelerinde olurdu. Milli günlerde de milliyetçi tiyatrolar Anadolu köylerindeki oyunlardı herhalde. Egemenleri eleştirmenin Orta Çağ’da başladığını ve Batı Demokrasisinin bir özelliği olduğunu bizler o zamanlar bilmiyorduk.
Maraş’a ilk girişim 1975 yılının 29 Ekim’indeydi. Tüm araba galerileri yepyeni Mercedes ve Volvo’larla doluydu. Kuyumcu dükkanları bile daha durmaktaydı. Yaldız yaldız parlayan dükkanlar görmüştüm. Arabalar da cıvıl cıvıl parlamaktaydı. Büyük bir zenginlik olduğu belliydi. Daha sonraları Maraş’a çeşitli vesilelerle gene girdim ama bu defa 1975 yılında gördüğüm dükkanlar ve galeriler bomboştu. 45 yılda her şeyi boşaltmıştık.
Mağusa Maraş Kütüphenesi’nde bizlerin eline kalan kitapları da koruyamadık. 1977 yıllarında o kütüphanenin Mağusa Türk Bölgesi’ndeki kütüphaneye taşındığını ve bu Kütüphane’de korumaya alındığını, o günlerden itibaren bu kütüphanenin bir üyesi olarak hatırlamaktayım. O günlerde Birleşmiş Milletler Barış Gücü bu kitapları denetlemekteydi. Daha sonları o kontrol da terkedildi veya unutuldu. O kitapların içinde Kıbrıs tarihi, hatta 1700’lü yılların Anadolu yaşantısını aktaran veya yansıtan aşk ve gezi romanları İngilizce yazılmış olarak durmaktaydı. Pek merak etmedik. Bizdeki egemen kafaların sadece o kitaplara ilgi duyması, o kitapların para olarak karşılığıydı. Bu yüzden o kütüphanedeki eski 1400’lü yıllarda Kıbrıs hakkında yazan rahiplerin notları, anıları pek dikkatimizi çekmedi. İlgilenmedik… 1990’lı yıllarda bir sarraf Profesör hanım (Adı bende mahfuz) Türkiye’den gelmiş ve bu kitapları Türkiye’ye götürmek istemişti. Başardı mı bilmiyorum ama mektup vardı elinde. Özal tarafından görevlendirilmiş veya gönderilmişti. Bu kitaplar artık Avrupa’da yokmuş, zaten Hitler tarafından veya İkinci Dünya Savaşı sırasında bu kitaplar tahrip edilip yokedilmişti. Tek bu kütüphanedeydiler ve bu hanım onlara talipti. İşin içinde Anavatanı sevmek ve ona şükran duymak vardı. Eğer o kitaplar şimdi yoksalar çoktan satılmıştır diye düşünüyorum. Hatta o dizilerin arasında Leonardo Da Vinci’nin notları da vardı. Birkaç sene önce İngiliz Gazeteleri’nde onların da Bill Gates’e Avrupa’da satıldığı söyleniyordu. Herşeye kıydığımız gibi heba ettik Maraş’ın son kaynaklarını da…
Maraş varsaydı, bizden farklı kültürlü insanları, kültürel kaynakları, kitapları, tiyatrohaneleri ve sinemalarıyla vardı. Maraş insanlarıyla da yüksek bir uygarlıktı. Ressamları, bilhassa Ksantos Hacısotiriu (Xanthos Hadjisodiriou) gibi, insanların özenle ve emekleriyle yaptıkları Monastiri adlı stüdyoları, “Kırık Boyunlu Kadın” resimleriyle meşhurdu. Refahı ile farklıydı Maraş. Maraş böylesine bir uygarlıktı. Biz değerini bilemedik ve ganimet kültürümüzle mahvettik Maraş’ı.
Geçen hafta bölgeyi gezen gazetecilerimize bir anı hatırlatması da ben yapayım dedim.
(YENİÇAĞ – ULUS IRKAD – 31.8.2019)