1. YAZARLAR

  2. Neşe Yaşın

  3. Yarım yüzyıllık yalnızlık
Neşe Yaşın

Neşe Yaşın

Yarım yüzyıllık yalnızlık

A+A-

Çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği Peristerona köyü pek çok Kıbrıslı Türk köyünün aksine dindar ve tutucu bir köydü. Efendi Dayı diye bir kanaat önderi vardı. Çifte şerefeli camisi ünlüydü. Yaşlı kadınlar çarşaflıydı. 1963’teki Kanlı Noel’in ardından Kıbrıslı Türk Peristeronalılar, Kıbrıslı Rumlarla paylaştıkları bu köyden kaçmak zorunda kaldılar. Ya Lefkoşa’daki enklava ya da yakınlardaki Türk köylerine sığındılar. Akrabalarımızın bir bölümü Elye köyüne yerleşti. Biz Lefkoşa’da yaşamaya başladık. Yaşlılar yavaş yavaş çarşaflarını çıkardılar. Çarşafı durduk yerde çıkarmak bir problemdi. Bunun için düğünler beklenirdi. Kızının ya da oğlunun düğününde çarşafı çıkarıp şık giysiler giyen kadınlar böylelikle çarşafsız hayata adım atmış oluyorlardı. Kimileri ise çarşafı bir üniforma gibi giyiyordu. Saçlar görünse önü açık olsa bile çarşaf oradaydı. Genç kadınlara genelde karışılmazdı.

Elye’de yaşayan oldukça istisna bir aile vardı. Çok otoriter bir baba ve çarşaflı kızlarını hatırlıyorum. Ben mini eteğimle onların evlerine gider hatta gecelerdim orada. Babadan korkardı herkes. Kızlar Kerime Nadir romanlarını saklayıp gizlice okurlardı. Ben oradayken babanın bir romanı bulup yeri göğü inlettiğini anımsıyorum. Kadın olmanın nasıl haksız ve zor bir şey olduğunu en çok o evde gözlemlerdim. Dışarıya çıkıldığında misafirliğe gidilecek evin yolu üzerindeki kahvenin önünden geçmemek için arkadan bütün köy dolanılırdı. Erkekler ve kadınların dünyası keskin hatlarla ayrılmıştı.

Peristerona köyünde annemin çok modern giyindiğini, yine modern giyimli arkadaşlarının ziyarete geldiğini. Kadınlı erkekli dönemin moda dansları yaptıklarını, hayran hayran onları seyrettiğimi anımsıyorum. Bir başka anıda annemle bir örnek ayağa şeritle geçirilen jarse pantolon giyiyoruz ve teknesine bindiğimiz bir kaptan bize iltifat ediyor.

Çocukluğum boyunca tanıdığım kızları başörtülü tek aile sözünü ettiğim aileydi. Türkiye’ye gittiğimizde de ziyaret ettiğimiz aile dostları hep laik ve modern giyimli ailelerdi.

Elimden düşürmediğim Fransızcadan adapte Ayşegül çocuk kitabı serisi, hayat dergisi seküler bir hayatın kodlarıyla doluydu.

Başörtü meselesi Türkiye’de tartışılmaya başlandığında tanıştığım bazı başörtülü genç kadınların böylesi bir esaret simgesini paradoksal biçimde bir özgürleşme girişimi olarak görmeleri beni etkilemişti. Sokağa çıkma vizesi haline gelmişti başörtüsü. Erkek kadın dikotomisi başörtüsü ile daha da güçleniyordu diğer yandan.  Seküler-dinci tartışması en çok da bunun etrafında alevleniyordu. Şerif Mardin’in öne sürdüğü ‘mahalle baskısı’ kavramı ufuk açmıştı. Başörtülü kadınların değersizleştirilmesi can yakıcıydı. Türkiye’deki şiir dinletilerinden sonra sohbet etmek için yanıma gelen bazı başörtülü kızlar önyargımı yıkacak kadar parlak ve cana yakındılar. Her ne olursa olsun benim için bir esaret simgesi, çoktan aşılmış bir geçmişe dairdi başörtüsü. Üstelik özel bağlanma tarzıyla Siyasal İslam’ın, asla kabul edemeyeceğim bir siyasal projenin simgesiydi.

Çok sevdiğim, duruşunu anlamaya çalıştığım başörtülü akademisyen, yazar bir arkadaşım başını açmaya karar vermiş ve bunu yaptığı andan itibaren başarı ve mutluluk dolu mesajlarıyla içimi sevinçle doldurmuştu. Hayranlık duyduğum masumiyeti hala oradaydı.

Kadın bedeni ya da herhangi bir beden üzerindeki her türlü baskıya karşı olduğumu netlikle söyleyebilirim. Baskıya karşı olduğum kadar baskı göreni ötekileştirmeye de karşıyım.

İran ve Afganistan örneklerinin korkutuculuğu ortada. Mücadele edilmesi gereken kadını değersizleştiren, baskı altında tutmaya çalışan sistemler. Aile, çevre, kimlik grubu, mahalle baskısı vb. nedenlerle ya da bir biçimde buna inanıp örtünen pek çok kadın kendi hikayelerini yaşıyorlar. Yeni bir hikâye hor görme ve baskıyla yazılamıyor. Bir siyasal projeye geçit vermemeye çalışırken yine bedeni hedef alan dayatmalardan kaçınmak önemli. Bu sahte haberler, çarpıtmalar, linçler çağında insanın kendini içtenlikle ifade edebilmesi çok zor. Klişelerden kaçınıp yepyeni bir dil bulmamız gerek belki de.

Kıbrıs’taki kriz ise öncelikle bir çocuk hakları meselesi ve Kıbrıslılara dayatılmaya çalışılan kötücül bir projenin ilk adımı. Yaklaşan seçimleri manipüle etmek için de formüle edilmiş bir provokasyon bu. Sömürgeci tavrıyla yürütülen bir dayatma. Türkiye’deki hikâye üzerinden Kıbrıs’ta komplo sonucu oluşan duruma yönelik saldırılar döşeniyor. Kıbrıslılara dair yıllardır oluşturulan algı zaten ortada. Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye benzetilmesi planı sinsice yol alıyor. Çığlık atıyoruz çünkü büyük bir tehlike altındayız.

Ne yazık ki çok yalnızız. Bunun bir nedeni de kendimizi Türkiye’deki seküler çevrelere iyi anlatamamış olmamız. Bu çevrelerin desteği alınmadan ileriye gidileceğini sanmıyorum. Haklılığımıza dair anlatıyı çok net ve çarpıcı biçimde oluşturmalı ve bunu yaygınlaştırmalıyız. Durum çok karmaşık ve çetrefil ama doğru bir strateji ile aşılması mümkünler arasında.

Bu yazı toplam 1709 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar