Yarını bu çocuklar kuracak
Oğlum lise diplomasını aldı.
Kızım gibi gördüğüm Selin geçen sene almıştı, Öyküm bu yıl...
Çok çocuktular, çok büyüdüler şimdi.
Oğlum diplomasını alırken, ağlayacağımı sanmıştım, öyle olmadı.
İçim eridi, yüreğim titredi, gururlandım.
Senelerin akışına ve zamanın kimseye ayrıcalık tanımayan acımasız telaşına şaşırdım.
Yine de kaygıların duyguları bastırdığını fark ettim.
Geleceğe dair bilinmezlerin, imkansızlıkların, güçlüklerin yorgunluğunu hissettim.
Yarını tasarlamak anlamında ışıksızlık hep aynı… İşte bu yoruyor insanı.
Yine de gençlerin gözlerinde bir başka dünya gördüm.
Umutlandım.
15 kişilik bir sınıftan mezun oldu, oğlum. Güneyde okudu, Amerikan Akademi’de. Kıbrıslı çocuklar ağırlıklıydı, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar neredeyse eşit sayıda…
Son on sene, her ders yılı başında “borçlanmak” gibi bir süreç yaşadık.
“Ama boyuna da yoksulluk sözü edilmez ya” der şair… Düşündüm de, bunun yoksullukla ilgisi yok.
Tam tersi! Bir servet ödedik neredeyse, en temel eğitim ihtiyacı için ve şimdi, yeni bir yolculuk başlayacak.
Elbette hiçbir bedel ödemeden okutmak şansımız vardı, üstelik, devlet okullarında ücretsiz eğitim alan harika öğrenciler var.
Ama kabul etmeliyiz, koşullar çok da iyi değil.
* * *
Tam da diploma günü, öğle saatlerinde bir kız çocuğunu evinden aldık, derneğe götüreceğiz.
Lefkoşa’da okuyor, ortaokul ikinci sınıf ve bu sene okulunu değiştiğini anlatıyor.
“Niye” diyorum.
“Bizim sınıfın neredeyse yarısı sigara içiyor, hem de okulda, çok huzursuzdum” diye anlatıyor.
“Orta iki” diyorum.
Bu gerilemenin, savrulmanın, ıssızlığın önüne geçemiyoruz.
Çünkü herkesin suçlayacağı bir öteki var, sorumluluk yükleyeceği bir diğeri…
* * *
Geçen haftalarda “lise mezunları” buluşması yapmıştık.
Biz, belki kırk kişi kadar hep aynı sınıfta okuduk, ana okuldan, lise sona dek!
Savaşın hemen sonrasında Girne’ye göç eden nesildik, o nedenle, dört yaşında anaokuluna almışlardı.
Okulumuz, sınıflarımız çok güzeldi, bunun için teşekkür etmemiz gerekirdi, Kıbrıslı Rumlara...
Kim bilir kaç nesil, onların yaptığı okullarda büyüdük, sınıflarında...
İlgimi çeker halen, bir bakınız yıkılan okullara, çoğu savaş sonrası inşa edilenlerdir.
Kıbrıslı Rumların sıralarında okuttular bizi, bu insanlara “düşmanlık” öğreterek!
Barışı değil ayrılığı ezberleterek.
* * *
Papaz diploma töreni öncesinde dua etti. Böylesi bir manzara kuzeyde olsa, neler söylemezdik; ancak hem Yunanca yaptı duasını, hem de Türkçe. Bayrak töreni yoktu, milli marş okunmadı, galiba tek bir bayrak da asılmadı. Okul kaptanları iki Kıbrıslı Türk öğrenciydi. Güneyde! Onlar konuştu. Şarkılar söylendi birlikte, kucaklaşıldı.
Belki hayatın içinde ciddi bir bölünmüşlüğümüz vardır, dil en önemli bariyerdir. Toplumları ayrıştıran ciddi surlar örülmüş, adanın iki yanı milliyetçi düşlere göre kurgulanmıştır. Ama bunlar aşılmaz değildir. Belki kuzeyde içimizi kemiren yurtsuzluk ve kendimizden kopuş süreci yaşanmaktadır. Ama geri döndürülemez değildir.
* * *
Kendimi hep Kıbrıs’a ait gördüm, uluslara değil; insanlığın değerlerine inandım.
Tek bir gün eksilmiyor inancım; Kıbrıs’ın geleceği bütünleşmiş olacak, birleşik; farklı kültürleri ve dilleri, inançları ve kimlikleri kapsayacak. Ulus ötesi bir yerde, milliyetçilik değil yurt sevgisi kazanacak.
* * *
Şimdiki çocuklar, aslında hiç savaşmamış kuşağın çocukları… Birbirine tüfek doğrultmamış ana babaların, birbirini kanatmamış çocukları… Ama kaygılı çocuklar, birbirlerine yakın ama birbirlerine yabancı çocuklar… Yine de yarını bu çocuklar kuracak; umalım ki silahsız bir yerde, bilgiyi paylaşarak, haritayı yırtmadan ve bu yıkıntının üzerinde, yeşererek yeniden…
Geride kalan
O büyük hayal kırıklığından sonra görüşmüştük, Annan Planı referandumunun üzerinden birkaç sene geçmişti.
Henüz parti başkanıydı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne başkanlık yapmamıştı.
"Önemli olan anavatanların çıkarlarına hizmet eden değil, Kıbrıslıların çıkarlarına hizmet edecek bir plan üzerinde anlaşmaktır" demişti.
Pek çok kez röportaj yaptık, elbette böylesi bir iletişim, bir insanı tanımaya yetmez.
Ama hep gösterişten uzak yaşadı, samimi, sevecendi.
O röportajdaki şu diyalog dün gibi gözümün önündedir.
Annan Planı sürecinde umut yüklenmiş, emek vermiş, kendini adamış ve kaptırmış insanlar olarak büyük bir kırıklıkla, derin bir buruklukla biraz da üzerine üzerine giderek soruyorduk.
O sakinlikle yanıtlıyor, kırıcı tek bir sözcük kullanmıyordu.
Israrla soruyorum!
- Kıbrıs’ın şu anki durumu Annan Planı’ndan daha mı iyi?
- “Böylesi bir mantıki zeminde boşluk var. Yani o zaman konfederasyon işgalden daha iyidir diyerek, kabul etmemiz mi gerekir? Elbette bugünkü durum iyi değildir. Ancak bizim istediğimiz kalıcı, zamana dayanıklı, işlerliği olan bir plandır. Çözüm istiyoruz ve bu çözümün zamana dayanıklı olmasını istiyoruz, geçici bir çözüm istemiyoruz.”
Dimitris Hristofyas çok sevilen bir insandı, gerçek bir Kıbrıslıydı ve tam bir solcuydu.
Siyasete ve ülkesine dair ütopyası pratikte çok başarılı olamadı.
Adanın güneyinde bugün Kıbrıslı Türklere dair nerede bir sempati, eşitlikçi ve özgürlükçü yaklaşım hissederseniz, görürsünüz ki AKEL'le mutlak ilişkilidir.
Dimitris Hristofyas'ın da bu gerçeklikte emeği önemlidir.
İnsanlar, yanlarına hayallerini de alıp gidemiyor.
Onlar geride kalıyor, başkaları, gerçek yapabilsinler diye…
Not düştüm
Yıllar yıllar evvel “belediyeler okuma yazma kursları düzenleyecek” deselerdi, hayatta inanmazdım.
Bizim arkadaşlara bazen de “Bu kadar da gazetecilik, bu topluma fazla” diyesim var.
“Aman da bu seçimden bize ne” demesin kimse! Deli gibi İstanbul’u izleyeceğiz bu gece… Doğaldır, üst yönetim neredeyse, aklınız da orada…
O yol, Ciklos, dört genci yuttu! Akıl koyduk mu? Hayır! Yeni bir proje yapılıyor ve İnşaat Mühendisleri Odası “proje sunulmadı” diyor. Kimin umurunda peki?
Bir adım daha atamayacak kadar yorulduğunuzu düşündüğünüzde… Hep hatırlamak için David Hume’un sözünü not ediniz: “Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, niçin bu noktaya kadar geldik?”