YAŞ 35

YAŞ 35

İnsan geçmişe dair bir şeylere sahip olmadığında, eskiyi sildiğini, o zamana özlem duymayacağını sanıyor.

A+A-

 

Pervin Yiğit

[email protected]

“Sigaranın o kadar sevilmesi nikotinin gücünden değil; bu boş ve anlamsız alemde insana anlamlı bir şey yaptığı duygusunu kolaylıkla vermesindendir”(1)

İnsanın amacı bu absürt dünyaya bir anlam vermek değil midir? Ya da abartmayalım, en azından boş, bomboş, hayatını bir nebze de olsa anlamlandırmak değil midir? Yoksa böyle bir ideali bir kenara bırakıp, en yüzeysel ve en bencil mutluluklarla ömür geçirmek mi gerekir?

Kişi, bilincine kavuştuktan sonra kendi benliğini yaratır, sonrasında da dünyanın anlamsızlığına inat geçirdiği süreçleri, anları, anıları hafızasında saklar. Çünkü insanı o kişi yapan her detay beyninde gizli bir mahzende eskidikçe değerlenerek varlığını sürdürür.

Fakat, bunları hatırlamak kadar unutmak da doğal bir durumdur ve biz unutmaya karşı direnebilmek için bazı yollar buluruz. Mesela yaş aldıkça bizim için değerli olan anıları daha canlı tutmak için o anıların maddeye dönüşebildiği nesneleri saklarız. Nesneler, sadece pragmatik olarak hayatımızda var olmazlar. Eskimiş tiyatro biletleri, bir ülkeden alınmış bilmediğimiz dilde bir kart, bitmiş parfüm şişesi, üniversiteden kalma okul kimlik kartı; bunların bir işlevi yoktur. Onları kullanamazsınız, ama at(a)mazsınız da, çünkü her biri sizin hafızanızda yer kaplayan özel anlara atıfta bulunur.

Tam da bu yüzdendir ki sonrasında hatırlamak istemeyeceğiniz anların beden bulduğu nesneleri hayatınızdan çıkararak kendinize göre çözümler üretirsiniz. Fakat hayat bu kadar basit çözümlerle canınızı yakmaktan vazgeçecek kadar tatlı değildir. Hafızanız sadece nesnelerle ilişki kurarak çalışmaz çünkü; bazen çok sıradan bir çiçeğin kokusu, bazen çok eskiden kalma bir tat bile o gizli mahzendeki anılarınızı gün yüzüne çıkarmaya yeter.

Beni tanıyanlar fil hafızam olduğunu bilir, çoğu insanın hatırlamadığı detaylar benim için dün yaşanmış gibi canlıdır; tarihler, telefon numaraları, bir ülkede gördüğüm bir heykel, 20 sene önceki bir maçta kimin gol attığı, ODTÜ’de hangi ağacın altında hangi sınava çalıştığım, hangi yolculukta hangi kitabı okuduğum, bu liste uzar gider. Fakat buna rağmen, hiç bir zaman materyal biriktirebilen, buna değer veren bir insan olamadım. O göçebe psikolojisini sevdiğimden midir, bir yere ait olmayım köklerimi salmayım, çok da fazla yayılmayım diye düşünmemden midir bilmiyorum. Belki de atmaya kıyamadığım nesnelerin tanımladığı zamanları, sonrasında hatırlamak istemeyişimdi sebep. Ama hayat bu kadar düz ve basit değil işte. Nesnelerden kurtulabiliyorsunuz ama bu kez de hafızanız izin vermiyor yaşadıklarınızı unutmaya. Kısacası maddeleri atabilsem de, ben de hatıra biriktiriyorum istemsizce. Gereksiz detaylar olduğunu düşünüyorum çoğu zaman, sonra ben bunu neden hatırlıyorum ki diye sorguladığımda aslında o zamanki Pervin’i sevdiğimi, onu hatırlamak istediğimi anlıyorum. Aşk ile ilgili yazdığım bir yazıda, eskiye dair bir mekanı, zamanı, kokuyu, tadı özlerken aslında o zamanki ben’inizi özlemiş olduğunuzu yazmıştım. Hatırlamak ve unutmamaya çalışmak da bununla ilişkili. Gereksiz gibi görünen detayları hatırlamak, o zamanki benliğinizi de hatırlamaktır, onun varlığından rahatsız olmamaktır aslında. Ben belki bu hatıraların simgelerini biriktiremedim hiç, belki de bilinçli olarak biriktirmedim. Zaten hasbelkader sakladığım nesneler de 8 yıllık Ankara sonrasında da 6 yıl süren İngiltere macerasından sonra kendilerini sahaflarda, yardım derneklerinde, en çok da çöp konteynerlerinde buldular.

İnsan geçmişe dair bir şeylere sahip olmadığında, eskiyi sildiğini, o zamana özlem duymayacağını sanıyor. Fakat normalden daha güçlü bir hafıza buna direnerek sizin planlarınızı altüst ediyor. Benim hafızam belki de hatıralarım saklanacak bir beden bulamadıkları için bu kadar güçlüdür; hepsi yaşamak için benim beynime mahkum; ya orada zamana dayanacaklar ya da sonsuza kadar yok olacaklar.

“Her şeyi hatırlıyor olmamız ağırdır, ancak bu yükü yaratan sadece acı değildir. Geçmişimizi bilmemiz, “ben” oluşumuzun ayrılmaz bir parçasıdır”(2)

 

Bir çok düşünür unutmanın güzel olan tarafına vurgu yapar, bunun insanlığa bir hediye olduğu bile söylenir. Halbuki ben unutmanın değil de, hatırlamanın insanı insan yaptığını düşünürüm. Unutmayı becerebilmek kişiyi daha mutlu yapıyor olabilir, ama hatırlamayı becerebilmek de kişiyi daha insan yapar. O yüzden nesne biriktirmeyerek hafızama oynadığım oyunda yenildiğimi anladığımdan beri, yani bir şeyleri unutmayı başaramadığımdan beri hatırlama yetime daha optimist yaklaşıyorum.

Evet, hatırlamak çoğu zaman acı verir çünkü zamanın geçiyor olmasının ve bunun insanlığın kontrol edemediği bir kavram olmasının yükü ağırdır. Yine de hatırlamak, var oluşumuzun bir parçasıdır. Mesela hafızam gitse, ben artık Pervin olmam, yani beni Pervin yapan benim hatıralarım, yaşanmışlıklarım, eskiye dair duygularım, özlemlerim, iyi kilerim, keşkelerim, hatalarım, doğru/yanlış kararlarımdır. Ve bunların hepsi hatırlandığı sürece ben, ben olmaya devam ederim.

“Hatırlayan insan, güncel olanın kuşatmasına karşı direnebilen, geçmişi ile hesaplaşma-yüzleşme ilişkisine girebilen insandır.”(3) Tabii ki bu, herkes nostalji hastalığına yakalansın, sürekli geçmişi yad ederek pasifleşsin, hatırlamanın karanlık tarafına hapsolsun demek değil. Aksine hatırlayarak, kendi varlığınızı besleyerek, geçmişten dersler çıkararak daha iyi ya da daha size göre olan bir benlik oluşturun demek. Bugüne kadar hep yenildiyseniz bundan sonra “daha iyi yenilin”(4) demek, kaybettiklerinizin gölgesinde tükenmeden hayata bakın demek aslında. Çünkü aldığınız her nefes size bir şey katarak bedeninizi terk eder. O anlara gitmek o zamanki hisleri o günkü gibi yaşatamaz size ama o anları yaşamış olduğunuz için varlığınız bu noktadadır. Anılarımıza bakışımız ise yıllar geçtikçe değişir, bazıları bazen daha çok özlenir bazıları ise hiç yaşanmamış gibi nötrleşir ama sorun şudur ki; anılarımız yok olmaz.

Benim için Ankara yıllarım çok önemlidir, Münü ile kaldığımız ev bugün bile hala en değerli “evim”dir, o zamanki arkadaşlarım, hocalarım, aldığım her koku, her tat en küçük detayıyla hafızamdadır. Zamanın geçiyor olmasına hala direnerek hem de. Geçtiğimiz yıl yüksek lisans diplomamın 10. yıl madalyasını almak için ODTÜ’ye gittim, nostalji olsun diye de oradaki ilk yıllarımda kaldığım yurdumda kaldım. Ranzalar, dolaplar yenilenmişti. Çalışma salonunun masaları da. Kısacası benim elimin dokunduğu şeyler artık daha yenileri ile yer değiştirmiş, başka insanların anılarında yer almaya başlamıştı. Fakat yurdun önündeki kocaman ağaç hala oradaydı, beslediğimiz köpek ve kedilerin torunları da. Yalnız başıma kaldığım odada ilk yaptığım pencereden bakmak oldu. Baktığım manzara 17 yıl önceki manzaraydı; ağaçlar, binalar, sabah beni uyandıran kuş cıvıltıları ve otobüs sesleri, her şey aynıydı ama aslında hiç bir şey aynı değildi. Ne bölümdeki çayın tadı ne de kütüphanedeki kitap yığını aynı heyecanı vermedi bana, çünkü orada şu an olan her ayrıntı benim eski halimle, o zamanki Pervin ile anlamlıydı ve şu andaki benliğimle orada olmak beni çok eksik hatta garip hissettirdi. Bu yüzden aynı hisleri yaşamamak için evimin önünden bile geçemeden Kıbrıs’a döndüm. Hayal kırıklığı değildi belki, ama o zamanki halimi, mutluluğumu, serseriliğimi, vurdumduymazlığımı, eğlenceli tarafımı özlemek, bunların şu an hayatımdaki eksikliklerini daha fazla hissetmek istemedim. Beni ben yapan tüm parçaların farkında olarak, geçmişteki anlamlarını bozmamak adına onlara dokunmak istemedim, çünkü o parçaların üzerindeki tozu kaldırmak beni nefessiz bırakmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Yıllar önce nesneleri orada bırakıp Ankara’yı unutmaya çalışan Pervin, bu kez de başka bir çözüm bularak eskinin artık geçmiş olduğunu hissetmek istememişti.

 

Otuz Beş Yaş Şiiri

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış! (5)

35 yaşıma günler kala, sizin de okuduğunuz bu iç hesaplaşmam “yol” ile ilgili bir sorgulama olmadan eksik kalacaktı. Yolun yarısı mı değil mi diye değil de hangi yolun neresi diye düşünmek gerek.  Aslında yarısı ya da çeyreği değil odaklanmamız gereken, esas konu hangi yolda olduğunuz; size çizilen yolda mı, yoksa sizin kendinizinin çizdiği yolda mısınız? Size çizilendeyseniz, herhangi bir noktada olmanın ne değeri var ne de size kattığı bir şey var. İsterseniz 100 yıl yaşayın, sadece nefes alıp vermiş olursunuz, bir nevi robot olarak hayatınızı sürdürürsünüz. Fakat eğer yol sizin kendi iradenizle seçtiğiniz yol ise, yolun çok başında da olsanız, sonuna da yaklaşsanız her durak, her nokta size bir anlam kattığı için değerlidir. Evet yaş 35, ama gittiğim bu yol benim yarattığım bir yol. Birinden özenerek yaptığım, ödünç aldığım, “normal” olmak için başkalarının yollarına benzettiğim bir yol değil. Öykünerek yaptığım bir yol da değil, bilakis benim kendi öyküm.

Nasıl ki tek tanrılı dinlerde tarihin bir başlangıcı vardır; Tanrı yaratıcı olarak her şeyi yaratır ve sonrasında da tarih düz bir çizgi şeklinde o andan itibaren sonsuza ya da inanıyorsanız kıyamete kadar gider, ben de kendi çizgimin/yolumun yaratıcısıyım. Tabii ki buradan bakınca devamında ne var görmüyorum, bazen çok dönemeçli bazen çok düz ama ilerisi görünmüyor. Güzelliği de bu zaten. Yolumda zorunluluk yok, gidişat tamamen tesadüfi, çünkü bana bağlı, benim hislerime, arzularıma, bir gün başka diğer gün başka düşünebilecek kadar özgür olan beynime bağlı. Kısacası zorunlulukla oluşmuş bir yolda gitmeyince, 35 olmak, yarısında olmak, sonuna gelmek bir fark yaratmıyor.

“Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun”(6)

İstenç özgürlüğünü reddeden bazı düşünürlere göre evrende rastlantı ve özgürlük yoktur. Her olay, durum, düşünce bir nedenden dolayı doğmuştur böylece evrendeki nedenler zinciri zorunlu olarak evreni mekanist bir şekle sokar. Evrenle beraber insanlar da bu zorunluluğa bağlıdır çünkü özgürce düşündüğümüzü savunduğumuz her fikir de önceki düşüncelerimizden dolayı zorunlu olarak ortaya çıkmışlardır. Spinoza da bunu savunan bir filozof olarak, “havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı” diye ekler.(7)

Kendimi sorgularken ben de Spinoza’nın taşını düşünüyorum elbette. Acaba ben her hareketimi özgür irademle yaptığımı sanarken, bunları mecbur olduğum için mi yapıyorum, acaba kendimi mi kandırıyorum? Büyümenin gerekliliklerinin içine, azla yetinmeyi sokarken, kalp kırıklıklarını veya genel olarak hayal kırıklıklarını “kendi hatamdı ama kaybederken aslında öğrenmiş oldum” diye olgunlukla kabul ederken, kapitalist dünyaya daha az isyan etmeye çalışırken, prototip insanlara daha az sinirlenirken, onlara acırken, ama onları değiştirmeye çalışmadan herkesi olduğu gibi kabul etmeye çalışırken, sessizlik huzurluyken, daha az insan daha çok kitap iken, gittikçe “normal/sıradan/yaygın” olandan uzaklaşıp mutlu olurken acaba kendimi mi kandırıyorum?

Spinoza’nın taşından bir farkım yok mu, mecbur mu kaldım böyle yaşayıp hissetmeye, farkındalığım ve bilincim bana oyun mu oynuyor, bu kadar kör olabilir miyim diye sorgularken belki de ben de cehaletin mutluluk getirdiğini söyleyip dalga geçtiğim insanlar gibi bu oyuna dahil olmuşumdur, kim bilir. Bilinçli olarak yaşadığınız özgürlükle bilinçsiz olarak hapsolduğunuz esaret arasında çok ince bir çizgi vardır. Ben hep ilk tarafta olduğumu savunup ona göre yaşadım. Etrafımda, Spinoza’nın taşı gibi binlerce insan varken ben düştüğümde kendi yüzümden düşüyor, kalktığımda da kendi sayemde kalkıyorum diye savundum hep. Bu yüzden hayatın yukarıda bahsedilen üç bölümünden, en sonuncusuna; dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun kısmına geçmeyi reddediyorum. Belki istediğim yerde, düzende yaşayamıyorum, belki öyle bir yer yok, belki bu sadece benim arzuladığım bir ütopya, ama eleştirdiğim düzene, insanlara, onların hayatlarına benzeyerek onlar gibi gri olmayı da seçmiyorum. Bir robotun ruhsuz ve yüzeysel mutluluğuna sahip olmak için, insanlığımı, farklılığımı ve renklerimi bırakmıyorum.

35 olmanın verdiği farkındalıktır belki beni böyle düşündüren. Hayal kırıklıklarından aldığım dersler, kaybederek öğrendiklerim, kabul ettiklerim, isyan etmediklerim, insanlardan bekleyemediklerim/beklemediklerimdir belki bu olgunlukla herşeyi/herkesi kabul ederken, dünyanın beni değiştirmesine izin vermeyişim.

Neresinde olduğumu bilmediğim o yolun etrafında bazen çok güzel ağaçlar, iyi insanlar var, bazen engeller, yırtıcı hayvanlar, taşlar, eskiden bana iyi gelse de sonradan kaybolan insanlar var. Yolun gidişatı bana bağlı olunca, karşıma çıkanları da daha bir olgunlukla karşılıyorum. Her haziran ayında güneş daha güzel doğmaz belki ama hep daha güzel batar benim için. Bu kez de 35. yaşımı getirsin bana;

Daha güçlü, daha sakin
Daha mutlu, daha suskun
Daha olgun, daha kırgın
Daha yalnız, daha yorgun (8)

 


Kaynakça:

1.Pamuk, Orhan. Masumiyet Müzesi. (İletişim Yayınları, 2008).

2.Saygun, Özgül. Hatırlamanın Dayanılmaz Ağırlığı. Gaile, 1 Nisan 2018.

3.Yıkıcı, Hasan. Dünyayı İstiyoruz Hemen Şimdi. Gaile, 6 Mayıs 2018.

4.Beckett, Samuel.

5.Tarancı, Cahit Sıtkı. Bütün Şiirleri (Can Yayınları, 2014).

6.Sartre, Jean Paul.

7.Spinoza, Baruch. Etika. (Dost Kitabevi Yayınları, 2016).

8.Erçetin, Candan. Parçalandım (Neden, 2002).

Bu haber toplam 5414 defa okunmuştur
Gaile 453. Sayısı

Gaile 453. Sayısı