YAŞ KEMALE ERMEDEN…
Eskiler, birine “yaşın kemale erdi” demek için, 50’li yaşlara adım atmasını beklerlermiş… Hatta “kemale ermediğine”(olgunlaşmadığına) inandıklarını, kahvehaneye bile sokmazlarmış…
Şimdi dönüp geçmişe bir bakıyorum da; bizim çocukluğumuzda “kemale erenler”in suratlarında abartılı bir ciddiyet olur; durduk yerde kaşları çatılırdı… En büyük belirti buydu anlayacağınız: Katı ve ciddi olmak!..
Bir de kendime bakıyorum; Bu gidişle benim “kemale ereceğim” yok!..
Her şey komikleşti mi, ben mi öyle görüyorum…
Ciddi olayım diyorum ne mümkün…
Son model mersedesinde IPoduyla oynayan adam, maddi sıkıntıdan söz ederken; “bilim/irfan yuvaları”na ezan eşliğinde devasa cami temelleri atılırken; dünün “bir çakıl taşı vermem”cileri, “bir an önce çözümü sağlamalıyız, amma…” gibi demeçler verirken; “Barışçılar,(dünyayı kan gölüne çeviren)ABD’nin Kıbrıs’ta çözüm için devreye girmesine” sevinirken; üç gün önce söylediklerinin tersini yapan siyasiler, bin bir dereden su getirirken; hükümetcik yasadışılıkları yasallaştırma çabasında kıvranırkenvs.,vs. ciddi olmaya çalışın bakalım…
Böyle giderse, kemale eremeden mezara ereceğiz anlaşılan !..
-------------------------------------
ŞİİR TELEVİZYONU
40. YAŞ
Soluduğum küflü toprak, sarı kına…
Dağdan kum, ovadan kül,
bacadan kanser içer
dumana yatırılmış bir çift ciğer…
Madenci solucan cesetleri
yüzer bronşlarımda.
Her öksürük bir patlama…
Boğazımda gaz sızıntısı
-ateşle yaklaşmayın-
öldürücüdür sıkıştırılmış sözcükler…
Yalnızlığa direnen
zeytin ağacı kollarım…
Kırık bileği titreyen
kuru yapraklarım,
tütsü tutmaz…
Ayaklarım çivili, çatlamış toprağa.
Yatağı kurumuş kan dereleri
kılcal damarlarım…
Gözümde seğiren
yılların ağırlığıyla
ezilir yorgun tabanlarım…
Yitirdiğim anahtarlardan
arda kalan kilitler
birikmiş boynumda,
taşıyamıyorum bu hafifliği !..
Bedenleri ruhundan yaşlı
ölümler yandı
yarım asrın alevinde…
Çok yıldızlar kaydı
savrulan küller arasından
-dilek tutayım diye-
inadımdan tutmadım…
Artık hesap da tutmayacağım…
(Benimle) hesabı olanlar unutsun
alacaklarını…
Yalnızca birkaç soru:
Silinmemiş kaç parmak izim kaldı;
kaç el sıvazladı sırtımı;
kaç küfür, kaç övgü duymuşum;
kaç tırnak kazmış kuyumu;
sevince mi, hüzne mi daha çok akmış
gözyaşlarım;
alın terimden az mıydı, çok mu?
Hangisinin daha yakıcıydı tuzu?
Selamladığım kuşlardan fazla mı
göçüp giden dostlarım;
balıklardan çok mu sevdim maviyi?
Kaç kalp kırdım
camdan fanuslar içinde ışıyan?
Dudak uçlarım seğirmeden
kaşlarımı çatabildim mi?
Kaç kez utanç duydum, nasırları
incelmiş diye çocuk avuçlarımın…?
Bugünden sonra
geride kalmalı sorular…
Hiç kimsenin hakkını yememişim!..
Aferin!, ama
verebildim mi aşkın hakkını?..
Yaprakları kızarmış bir
sonbahar ağacı mıyım?
Köklerim ne kadar uzun,
ne kadar çürümüş gövdem?
Artık soru sormayacağım…
Kendi çarmıhına gerilsin sorular…
Arkada bıraktığım
elli beş acar yılın hesabı ağır,
artık hesap tutmayacağım!...
Bir elli yıl daha çalışmalıyım
sırları dökülmüş odamdan kaçıp…
Kurduğum düşler arkada kaldı;
yürüdüğüm yollar da…
Tabanlarıma yapışan dikenlerle
çizip; yaseminle süsledim
Yeni Canharitamı …
Yapıştırdım anlıma:
Ders: Coğrafya...
Konu: İnsanistan...
Renk: Mavi…
Koku: Deniz…
Aşk: Sonsuz…
3 Ekim 2000/2015
* Bu yazı ve şiir her yıl 3 Ekimi karşılayan hafta’da güncellenip yeniden yayınlanmaktadır… Hayret nidası içeren “Bir yaşıma daha girdim!” deyişinin bizdeki anlamsızlığına göndermedir aslında bu. Evet her 3 Ekimde ben Bir yaşıma daha giriyorum ama; geçen bir yıl (hatta 55 yıl) içinde beni hayrete düşürüp bu deyişi seslendirmemi sağlayacak bir değişim gördüm diyemem…