‘Yaşam-Ölüm Diyalektiği’ ve ‘Yüzleşme’
‘Yaşam-Ölüm Diyalektiği’ ve ‘Yüzleşme’
Hakkı Yücel
[email protected]
Publius Vergilius Maro (İ.Ö 70-19) Roma İmparatorluğu’nun ünlü şairidir. Troya’nın düşüşünden sonra İtalya’ya dönen Aeneis’in dönüş yolculuğunu anlattığı büyük eseri ‘Aeneis Destanı’, daha yaşarken onu zirveye taşımış, ortaçağ Avrupa edebiyatında başeser olarak kabul edilmiştir. Avusturyalı yazar Hermann Broch’un “Vergilius’un Ölümü” (İthaki Yayınları) romanı işte bu ünlü şairin son on sekiz saatini anlatan bir başka dev eserdir. İmparatorluk filosuna ait bir gemiyle Brindiusum (Brindisi) limanına gelen Vergilius ağır hastadır. Bir tahtırevana yerleştirilerek karaya çıkarılır ve kölelerin omuzlarında saraya doğru taşınır. Ölümü yakındır, bilinci bulanıktır. Artık ömrünün sonuna gelmiş olan Vergilius yol boyunca bir ‘iç monolog’ halinde ardı sıra sorular sorarak hayatını sorgulamaya başlayacaktır. Ölüm ona bir ‘ayna’ tutmuş gibidir ve o aynada beliren suretin derin bakışları, sanki yaşlı şairin içini -kendinden bile gizlediği ya da göremediği içini- okumaktadır. Hayatının kırk yılını “Vergilius’un Ölümü” romanını çevirmek için harcayan ve nihayet bu büyük eseri Türkçeye kazandıran Ahmet Cemal, çevirinin hikâyesini anlattığı önsözde bu konuda şunları yazmaktadır: “Vergilius’un Ölümü, her şeyden önce batı edebiyatında ve roman düzleminde sanata yöneltilmiş en temel ve en acımasız sorgulamalardan biridir. Şair Vergilius iç monolog(un)da hayatının son saatlerinde Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat, neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır. (.....) Vergilius’un kafasında şekillenen soru, sanat açısından neredeyse ölümcüldür: ‘Ben, hep yüceltilmiş, övgülere boğulmuş dizelerimle bu dünya halinde bir değişiklik yaratabildim mi?”
İnsan ölümlü ve ölümün bilincinde olan bir varlıktır. Bu onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliğidir. Ne var ki insan kendi ölümünü geriye dönüşümlü bir deneyim ve bilgi olarak yaşayamaz. Yaşayamaz, çünkü ölüm geldiğinde o artık yoktur. Ölüm’den sonrası meçhûldür, bilinmezdir, hiçliktir. İnsanoğlunun trajik kaderidir bu. Bir o kadar da ürkütücü, kaygı ve korku verici bir durumdur. Epiküros endişeye gerek yok, “ben varsam ölüm yoktur, ölüm varsa ben yokum” diyor ve bir bakıma bu endişeyi gidermeye çalışıyor olsa da, ölüm karşısında duyulan kaygı ve korku hep vardır. Ancak şu da vardır: Kendi ölümünü geriye dönüşümlü bir deneyim ve bilgi olarak yaşayamayan insanoğlu ‘başkasının ölümü’nü bir deneyim ve bilgi olarak yaşayabilir. Başkasının ölümü insana hem kaçınılmaz bir son olarak kendi ölümünü ve hem de sınırlı bir süre olarak kendi ömrünü/yaşamını hatırlatır. Bu anlamda ‘ölüm’ün yaşamın varoluşsal bir koşulu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu yüzden “memento mori” (ölümü hatırla) buyruğu tam da bu varoluşsal koşulu işaret etmekte ve bir bakıma ölümün yaşam için vazgeçilmez olan varoluşa yönelik belirleyici sürekliliğini vurgulamaktadır. Bir başka ifadeyle “yaşam-ölüm” diyalektiğinin vazgeçilmezliğini, ontolojik olgunlaşmadaki belirleyiciliğini hatırla(t)maktır. Nitekim edebiyattan felsefeye, felsefeden dinlere ‘ölüm’ üzerine yazılıp söylenenler de son kertede bu gerçekliğin ifadesidir ve bu alanlarda dillendirilenler, varoluşsal olgunlaşmaya dair açılımlar oldukları kadar, ölüm karşısında duyulan kaygıyı-korkuyu bir şekilde gidermenin de aracıdırlar. Buradan bakınca, Kundera’nın “romanın varoluş nedeni ‘yaşam dünyası’nı sürekli ışık altında tutmak ve bizi ‘varlığın unutulması’na karşı korumaktır” derken bu diyalektiği anlamanın; Platon, “felsefe yapmak ölümü öğrenmektir” ya da Sokrates ünlü savunmasını gerekçelendirirken “felsefe yapmak ölümü tercih etmektir” derken bu diyalektiği kavramanın; veya dinler bu dünya ile öbür dünyayı ilişkilendirirken bu diyalektiğin huzursuzluğunu yatıştırmanın da araçları olduklarını söylemek herhalde mümkündür. ‘Yaşam-ölüm’ diyalektiğinin gerilimli, kaygı-korku üreten ilişkisini anlamaya, kavramaya çalışmak ya da onu yatıştırarak içselleştirmeye gayret etmek ise nihayetinde bireyin varoluşsal mahiyetini belirleyen serüvenidir. Son kertede bireyin kendini sorguladığı, kendisiyle hesaplaştığı, yüzleştiği ahlâki ve vicdani bir serüvendir bu.
İşte Hermann Broch’un şair Vergilius’tan, onun ömrünün son on sekiz saatinde, daha çok şiir sanatı ve kendi sanat anlayışı üzerinden yola çıkarak yaşadığı iç hesaplaşmasını yazdığı, yirminci yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Vergilius’un Ölümü” kitabında -enine boyuna- yaptığı da budur. Vergilius’un, ölümün soğuk nefesini hissederken geçmiş yaşamını hatırlaması ve bu vesileyle yaşadığı iç hesaplaşma, aynı zamanda Broch’un kendi ölümünü ve haliyle yaşamını hatırlamasına da vesile olmuş ve bir bakıma kendi -kendinde insanın- iç hesaplaşmasına da dönüşmüştür. Üstelik bu kadarla da sınırlı kalmamış, sonuçta ortaya edebiyattan felsefeye, mitolojiden antropolojiye uzanan geniş bir ufuk turuyla bu deneyimin bilgisini içeren, dahası başkalarının beğenilerine ve yararlanımlarına da sunulan dev bir eser çıkmıştır. Gerçekten de “Vergilius’un Ölümü” kitabı, gerek içerik, gerek biçim ve gerekse dil ve üslûp bakımından bir romandan çok fazlasıdır ve onu bu kadar değerli kılan da budur. İlginç olan bir başka durum ise Broch’un bu romanı Avusturya’nın naziler tarafından işgali sonrasında, kısa süreli de olsa (on sekiz gün) bir toplama kampında geçirdiği günlerde, bir başka ifadeyle ‘ölüm’ gerçeği ve korkusuyla doğrudan kendisinin yüzleştiği günlerde yazmaya başlamış olmasıdır. (Romanını daha sonraları göç ettiği Amerika’da tamamlayacaktır) Görünen odur ki, toplama kampında ‘ölüm’le bir gerçeklik, duygu ve düşünce olarak yüzyüze gelmiş olmak Broch’un, yaşamını yeniden gözden geçirmesi, hesaplaşması ve yüzleşmesi için bir vesile olmuştur. Benzer durumları başka yazarlarda da görmek mümkündür. Örneğin “İvan İlyiç’in Ölümü” eserinde, yaklaşan ölümü nedeniyle geçmiş yaşamını sorgulayarak kendisiyle yüzleşen bir yargıcın hikâyesini anlatan Tolstoy’un, beş yaşında annesinin cesedi ile başbaşa kalmasının, zihninde ve hayalinde ömrünün sonuna kadar silinmeyen bir iz olarak yer ettiği, bu halin de hem bu romanında -ve hem de kimi başka romanlarında- belirleyici bir arka plân teşkil ettiği söylenir. Keza ölümü yoğun bir düşünce olarak yaşayan ve hayatın anlamını/anlamsızlığını, yaşanmaya değer olup olmadığını ölüm üzerinden sorgulayan Camus’nün, genç yaşlarda tüberkülozdan muzdarip olduğu, o günlerde henüz tedavisi olmayan bu hastalığın onda peşini bırakmayan yoğun bir ölüm düşüncesi pekiştirdiği ve yine bu halin Camus’nün edebiyatında/felsefesinde karşılığını bulduğu bilinir. Varolmanın vazgeçilmez bir koşulu olarak ölümün ve yaşam-ölüm ilişkisinin (diyalektiğinin) edebiyatta sıklıkla görünen örnekleri, eskisine oranla bir nebze gerilemiş, talileşmiş bir problematik halini almış olmakla birlikte çağdaş felsefenin de merkez konuları arasındadır.
Buralardan bakınca akla şu soru gelmiyor değil: Her şeyin çok çabuk eskitildiği ve tüketildiği, varoluşun anlam ve değer sabitelerinin büyük oranda yitirildiği günümüz dünyasında, belirleyici esas sabite olarak ‘ölümü hatırlama’, bireyin varoluşsal olgunlaşmasında, yaşamının anlam ve değer kazanmasında yeni bir başlangıcın adımı olabilir mi? Nostaljik hayıflanmalara ya da nihilistik boşvermişlik duygularına kapılmadan, hem geçmiş, hem şimdi ve hem de gelecek olarak yaşamın yeniden inşasında, bireyin kendini sorgulamasının, kendisiyle yüzleşmesinin kapısı buradan aralanabilir mi? Şimdilerde siyasal alanda çok fazla dillendirilen, bir arada yaşamanın zorunlu koşulu olarak altı çizilen ‘yüzleşme’nin, kâh ideolojilerin, kâh kültürel kimliklerin duvarına çarparak çıkmaza giren yolu, acaba ölümün bireye tuttuğu aynada yansıyan suretinin kendi içine dönük derin bakışlarında gördükleriyle, orada kendini sorgulamasıyla, kendiyle yüzleşmesiyle geçilebilir mi?
İlk adım bu olabilir mi?