Yaşamı çoğaltmak…
Yaşamı çoğaltmak…
Neriman Cahit
İnsanların, gösterdikleri, göstermedikleri, gösteremedikleri davranışları yakından izlemek, bende, artık bir tutum, bir davranış olarak yerleşip kaldı…
İnsanımızla – önce öğretmen, sonra da gazeteci olarak- yıllardır haşır neşirim… Ve artık, somut olarak fark ediyorum ki, “savaş beklentisi + dünyaca yok sayılma” insanlarımızın üzerinde korkunç olumsuz etkiler yaratmış… yaratıyor…
SAVAŞ
İnsanlara, “savaş” sözcüğünün kendilerinde yarattığı duyguyu, tek bir kelime ile belirtmelerini istiyorum sırası düştüğünde. Genelde, aldığım yanıtların ağırlığı şöyle: “Acı, belirsizlik, güvensizlik, karamsarlık, umutsuzluk… vb.”
Bu olumsuz duyguların içinde en güçlü iki tanesi, “Belirsizlik ve güvensizlik…”
Yarının ne olacağını bilememenin, sevdiklerinin geleceğinden endişe duyar olmanın dayanılmaz ağırlığı içinde insanımız…
Daha dün, genç bir dostumdan duyduğum şu cümleler ‘kor gibi’ yakıyor yüreğimi: “Kıbrıslı Türk olarak, çocuklarımın, gelecekte başlarına, bu adada neler geleceği beni çok korkutuyor, endişelendiriyor… Adeta sürekli hasta gibiyim…”
NE OLACAKSA OLSUN…
İnsanlarımızda, somut olarak ortaya çıkan bir gerçek de, yaşadıklarından bıkıp usandıkları ve, “Ne olacaksa olsun…” noktasına geldikleridir!
Bunu artık, yüksek sesle de telaffuz ediyorlar…
Yaşadıklarımızın hiçbiri – Kıbrıs Türkü olarak – bize göre değil… Alıştığımız, alışabileceğimiz şeyler de değil, hırsızlık, kıyım, cinayet…
Ve gittikçe, kendi topraklarından kopuş
Ya göç ederek ya da umudu keserek…
***
Kıbrıslı Türk artık, adeta, büyük bir korkunun tehdidi altındadır…
Bugüne kadar oluşturduğu şeyleri, ideallerini, sevdiklerini, kendi yurdundaki varlığını yitirme korkusu…
Bu, ciddi bir rahatsızlık yaratıyor insanımızda…
Bu konuda, beni çok şaşırtan bir gözlemim ise, insanların, giderek, ‘bireysel boyutlarda’ çare aramaları ve durmadan maddiyata sarılmaları…
Yaşadıkları, kendini derinden sarstıkça daha bir sarılıyor maddiyata…
Bir yandan, “yarın ölecekmiş, gece başına bir şeyler gelip sabahı bulamayacakmış gibi” korkular içinde yaşarken… Diğer yandan, hiç ölmeyecekmiş gibi maddiyata sarılıyor, maddi birikiminin arkasına sığınıyor…
Ve ne yazık ki, her ikisi arasında korkunç bir yalnızlık yaşanıyor…
***
Bu konu, pek çoğumuz gibi, beni de hayli tedirgin ediyor. Kitaplar karıştırıyor, konuştuğum ya da yazıştığım – konuyla ilgili – arkadaşlara, “Ne olacak bunun sonu?” diye soruyor, çareler üretmeye, bir ışık bulmaya çalışıyorum… (Pratikte bunun, bu gidişe çare olamayacağını bile bile…)
Bu bağlamda, bir ‘Sosyal Bilimci’ arkadaşın şu sözlerini düşünüyorum:
“Savaşlar, baskılar, korkular ve kıyımlar olsa da, aslında, hiçbir şey bitmeyecek… Yaşam sürecek… Yaşamı çoğaltmamız ve hepimizi canlı tutacak ‘ideallere’ sahip çıkmamız gerekiyor…
Yapmak – yaratmak istediklerimize, geçmiştekinden daha sıkı sarılmak, ‘savaş, baskı, kıyım var’ diye, hayatı askıya almamak… Taraf olmasak da, bize yapılmasa da, olumsuz her olaya karşı ‘tavır almak’ gerekiyor…”
***
Ne diyorsunuz…
Pay çıkarmamız gereken noktalarla dolu bir yaklaşım…
Öyle değil mi?
///////////////////////////////////////////////////////////
ASLINDA
Bir genç üniversiteliye –‘kadın’ konusundaki ödevine – yardım ediyorum. Bu görev son yıllarda öylesine arttı ki! Bir mimlendiniz mi, işiniz zor. Öyle çok zamanımı alıyor ki! Üniversitede dahi gençlerimizin çoğunun o kadar sığ bilgiler içinde olması beni ürkütüyor. Çoğuna uzun uzun anlatmaktan, onlara bir şeyler kavratmaya çalışmaktan artık vazgeçtim. Bir işe yaramıyor. Sonuçta yine, “Sen söyle de biz yazalım hocam” noktasına geliniyor ki benim uzun uzun – olayın özünü – kavratma uğraşlarım sadece bir zaman kaybı olarak kalıyor! O yüzden artık taa başından ben söylüyorum, onlar yazıyorlar!
Evet, genç üniversiteli kızımızla “kadın”ı konuşuyoruz. Biraz yokluyorum, bu konuda pek kitap okumamış. Hele yabancı yazarlardan hiç haberi yok! Hem yabancı yazarların düşünceleri bize uymazmış! Tane tane söylüyorum:
“Evet, bir bakıma doğru sayılabilir ama bilgi evrenseldir… Nereden ve kimden gelirse gelsin, gelmeli… Kültürü evrensel bir süreç olarak ele aldığımızda… Bizden önceki insanların deneylerini bilip onlardan ders çıkardığımızda… Kendimizi daha iyi, daha doğru ve ‘nesnel’ kavramamız olarak…
Kadın daha önce kimliğini bilmiyordu. Şimdi de tam olarak bildiğini söyleyemeyiz…
- Peki, siz hangi noktadasınız? diye bir soru geliyor genç arkadaşımızdan… Erkek düşmanı mıymışım?
- Hayır diyorum değilim. Hiç de olmadım. Zaten Feminizmin özü o değil...” Sadece ve özetle, kadın da bir insandır ve tüm insan haklarına kavuşması gerekir…
Erkekler konusuna gelince: Ben bu konuda erkeklerin de tamamen suçlanmaması gereğine inanıyorum. Evet kabul, erkeklerin anlayışını ve hakim kültürünü sorgulamaya çalışıyoruz ama kadınlardakini de değiştirmeye çalışmalıyız. Biz kavga –çatışma kültüründe ısrar ettiğimiz sürece erkekler de ‘erkeklik çıtasını’ yükseltmeyi sürdüreceklerdir. Biz daha ‘kadın adaylara’ oy vermeyi bile kabullenemedik!
Ve aslında, erkeklerin de dünya kadar sorunları var… En başta, kendileri yaratmış dahi olsalar yaşadığımız düzen hepimizi de aynı oranda eziyor. Onlar da, bu kaosun kurbanları bence, erkekler de konuşmalı… Ama, hep bir ağızdan değil, bir taraf konuşurken diğeri susup dinleyerek…
Ve artık, kitaplarda erkeklerin de zayıf yönleri işlenmeli… En azından kadın yazarlar tarafından; çünkü, erkek yazarlar bunu bugüne dek pek ve tam olarak yapmadılar… Yapamadılar… Ne zaafları ne de cinsellikleri… Hep, erkek = güç olgusu işlendi. (Bir sürü atasözü, deyim sıralıyorum kendine)
EN BÜYÜK NEDENİ
- Bunun en büyük nedeni nedir hocam? sorusunun yanıtına ‘gelenek – göreneklerden’ önce “analar”ı koyuyorum. Değil mi ki, kundaktan başlayarak – erkek de olsa – bir evladın yetişmesinde en büyük etken analardır… Bir erkek çocuğuna, kendi kendileriyle başbaşa kalmalarına izin verilmemiş, anadan – evden başlayarak hep bir ‘üstünlük gömleği’ giydirilmiştir ruhlarına,
Artık, erkeklerin, toplumun üzerlerine yüklediği ve neredeyse dünyayı bu kadar acıya boğan ‘yükün’ bilincine varmaları gerek…
- Kadın yazar dediniz, bu konuda onlara da çok iş düşüyor Hocam, öyle değil mi?
- Evet, genç arkadaşım, haklısın… Kadınlar hep yazdılar… Üstelik 19. yüzyılda dahi üniversitelere kabul edilmedikleri süreçleri yaşadıkları halde, (Virginia Woolf bunlardan biri ve yazarak anlatan bir kadın…)
ASLINDA…
Aslında, “dili” yaratan kadın… Tarih de bunu böyle yazıyor. Tabii, tarih başka şeyler de yazıyor… Dünyada savaşları çıkaranların ve kadına uygulanan şiddetin erkekler tarafından hep ve hala var olduğu; hatta arttığı… Ama, çok çok az da olsa sayıları, içim burkularak yazsam da, erkek değer yargılarını benimseyen, onları kullanan özellikle üst düzeylere gelmiş kadınlar da var. Ör. Irak Savaşında esir alınan yerlilere işkence eden ABD’li askerlerin başında, bir kadın geliyordu. Bu da bizi başka bir gerçeğin altını çizmeye götürüyor:
“Şiddeti harekete geçiren sadece ‘cinsellik’ değil, yetkedir, güçtür…” Ama, bugüne dek alışılmış ve tanık olunanların çoğu bize güçlü olanın “erkek” olduğu fikrini aşılamış… ki, pek de gerçek dışı değil…
////////////////////////////
KÜL BAĞLAMASIN ATEŞ
Seni ekmeğime bandım Lefkoşam
sevincime, kederime, kavgama
kül bağlamasın ateş
yürekteki yangın sönmesin diye…
Nicedir hüsrana vurgun dil.
cehennemin ateşinde korlanmış yürek
hayat damarlarımıza sarılmış birer engerek…
Göçlerin tarihidir, yüreği delik deşik bu kent
Hayatımızın en yalın kasidesiydi kavga
varsın tarih esirgesin hükmünü
türkülene türkülene söylenecek sevdamız
biz yoksak da…
Sen zamansın buruk ve solgun
bizi umutlarına ban… sevincine kederine
kül bağlamasın ateş, söndürme…
Unuttuk bizi, bizim olanı
suyumuz, toprağımız, rüzgarımız değil
resmi bir tarihin emrinde
hep beklemelerden ibaret kaldı hayatımız…
Artık
Nereye değsek yangın
Yüreklerimiz kül…
Neriman CAHİT