YAŞAMIN KAHKAHASI
Böylesine adaletsiz ve birbirine bazen nefret, bazen gıpta, bazen de kıskançlıkla bakan farklı hayatların yaşandığı bir dünyada insan suçluluk duymayacağı bir yaşama sevincine ve mutluluğa kavuşabilir mi? Sen kutlama isteği duyduğun bir sevinci yaşarken komşunun evinden bir cenaze kalkıyor olabilir örneğin. Sen keyifle yemeğini yerken önünden aç ve sefil biri geçebilir. Senin alışveriş ettiğin mağazadaki tezgâhtar senin bir kıyafet için harcadığın paraya ihtiyacın getirdiği büyük bir gerginliği yaşıyor olabilir.
Küresel eşitsizlikleri, dünyadaki refahın paylaşımını gösteren rakamlara bir göz atmak bile insanı dehşete düşürüyor. Mutluluk barometreleri bununla doğru orantılı değil ama… Nice varlıklı ülkede insanlar mutsuz olduklarını söylerken yoksullukla boğuşan bazı ülkeler “mutluluk ölçümleri”nin ön sıralarında yer bulabiliyor. Para içinde yüzen lüks evlerde cehennemler yaşanırken yoksul bir evden içten kahkahalar yükselebiliyor. Paranın ulaşıp satın alamadığı bazı dokunulmaz alanlar olduğu için böyle bu…
Bütün bunlar insanın günümüzün neo liberal ekonomisi içindeki kıstırılmışlığının, çaresizliğinin varlığını görmezden gelmemiz anlamında değil. Ekonomi denen alanın bütün diğer disiplinlerle olan ilişkisinin göz ardı edilmesi belki de en önemli sorun… Esas amaçların unutulup araçların amaç haline getirilip kutsallaştırıldığı bir dünyada yaşamamız…
Eğer insanın mutluluğunun en temel amaç olduğu sistemler kurulabilseydi en temel mücadele alanı ölüm olur, en büyük yatırımlar insanın sağlığı ve kültür için yapılırdı. Bu ütopik cümlenin naifliğine takıldıysanız sistemin zehrinin damarlarınızda dolandığına emin olabilirsiniz. Mikro ve makro düzeyde güç ve iktidar savaşlarıyla dolu bir dünyada yaşamaya mahkûm olduğumuz iddiası nasıl bir iddiadır ki hayattaki denklemler hep yıkım ve ölümden yana olabiliyor.
Kendimizi gündelik hayatın sorunlarına kaptırmış giderken ve insanın kendi için yarattığı bu cehennemleri bir kader gibi algılarken yaşadığımız bir mutsuzluk mahkûmiyetinden başka nedir? Başkaldırıların en şiddetli biçimde cezalandırılmasının en önemli nedeni kimilerinin mutsuzluğu üzerinden kimilerinin kendi zevk-ü sefalarını sürdürmeleri değil midir?
İnsan kendini dünyadaki kıyım ve mutsuzluğun kederine kaptırarak umutsuz ve karanlık bir hayat yaşayabilir. Güçlü sorumluluk duygusunun böyle bir adanmışlık gerektirdiği söylenebilir. Diğer yandan sisteme boyun eğmeyerek bazı boş alanlarda kendine yer açmak, kendi ütopyanın ışığının yol gösterdiği daha neşeli bir direnişe katılmak da mümkün… Keder de teslim olunmaması gereken bir düşmandır çünkü… İnsanın mutluluğunun yenik düşeceği yer ölümdür ama her birimiz her an hayatta kalarak ve bunu bir şenliğe dönüştürerek ölüme karşı zaferler kazanmaktayız her gün.
Savaştan bir süre sonra Barcelona Üniversitesi’nin Saraybosna’da düzenlediği “Bölünmüş Şehirler” konferansına katılmıştım. Barcelona, Saraybosna için en büyük dayanışmayı gösteren şehir olmuş. Bunu fotoğraflarla belgeleyen bir sergi de gezmiştik. Bu dayanışmanın savaşın karanlığına biraz ışık ve mutluluk taşıma hedefi içindeki bazı ayrıntıları beni hayrete düşürmüştü. Kampanyanın destekçilerinden biri bir saç bakım ürünleri şirketiymiş örneğin. Savaşın ortasında kadınların saçlarını yapmakla görevli kuaförler göndermiş Barcelona. Kadınlar kurşunların altından koşup saçlarını boyatmaya gidiyorlarmış. Ölüme karşı yaşama sevincini kazanmakmış çünkü amaç. Saraybosna sokaklarını dolaşırken karşımıza çıkan çocuklarla çevrili palyaço da Saraybosna’dan gelmiş. Sınır Tanımayan Palyaçolar Örgütü göndermiş onu…
İstanbul Beyoğlu’ndaki bir sergide, savaş sırasında Saraybosna’da üretilen espriler ve fıkralardan oluşan bir enstalasyon gördüğümü anımsıyorum.
Ölüme kafa tutmak için yaşama sevincimiz ve kahkahalarımızdan güçlü bir silah yok. Esprili bir direniş modeli olarak Gezi bu açıdan çok önemli… Art arda gelen ölümlerle düşen dozuna, saygılı suskunluğuna rağmen bizi güldüren o çocuklar ölüme karşı yaşamın kahkahasını fırlatan kahramanlar olarak hep hatırlanacaklar.