1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yaşayamadığımız Eski Ramazanlar
Yaşayamadığımız Eski Ramazanlar

Yaşayamadığımız Eski Ramazanlar

Yaşayamadığımız Eski Ramazanlar

A+A-

Araştırma ve fotoğraflar: Nurperi Özgener

Dünyada var olan her dinin kendine özgü gelenekleri, görenekleri ve kuralları vardır. Bilindiği üzere Müslümanların da en büyük dini ibadetlerinden biri de ramazan ayında oruç tutmaktır.  Ayrıca Oruç, bütün dinlerde meşru kılınmış önemli bir ibadettir. Kutsal kitap Kur'an'ın Hz. Muhammed'e gönderilmesi Ramazan ayında başlamış, bu ayda  "oruç" tutmak müslümanlara buyurulmuştur.
Arapça kökenli bir sözcük olan Ramazan, çok sıcak anlamında  "Ramaza"  kökünden gelmekteymiş.  Bunun nedenini yazılı kaynaklar, oruç ibadetinin, ilk uygulanmaya başlandığında yaz aylarına denk gelmesi nedeniyle bu adı almış. İslam’ın beş şartından biri olan oruç, hicretten bir buçuk sene sonra şabân ayının onuncu günü farz kılınmıştır.
Ramazan ayının girişi, hilalin hareketine göre hesaplanır. İslâmın ilk yıllarında astronomi ilmi, ayın hareketleri hakkında kesin ve doğru bilgi verecek duruma erişmediğinden Ramazan ayının başlangıcı ile bayram, hilâl'i görülerek tesbit edilmekteydi.
Çok uzun zaman Hıristiyan toplumların hakimiyetinde olan Kıbrıs Adası 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesiyle Anadolu’dan Kıbrıs’a yerleştirilen Müslüman halkın Osmanlı kültürünün, gelenek ve göreneklerinin yanında Ada’da Müslümanlık dini de yerleşmiştir.


Kıbrıs’taki Ramazanlar hakkında çok fazla yazılı kaynağa ulaşamasak da özellikle Kıbrıs’ın merkezlerini içine alan bölgelerinde yaşanmış Ramazan geleneklerine ve yaşayışına rastlamaktayız. Özellikle Lefkoşa ve diğer Kasabalar, Ramazan Ayının gelişiyle farklı bir boyuta girmekteydiler. Zenginler yoksullara yiyecek ambarlarını ardına kadar açar, Allah katında sevap kazanırken, fakirlerin de karnı doymaktaydı.  
Ramazanın en önemli özelliği oruç tutmak olduğu için eskiden Ramazan ayını karşılamak için üç aylarda pazartesi ve perşembe günleri ile Ramazan ayı boyunca oruç tutma çok yaygın ve önemseniyordu.  Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre oruç tutamayan kişilerin gün boyunca herkesin önünde yiyip içmedikleri göze çarpmaktaydı. Oruçluya saygı çok önemliydi. Oruç tutmayan ve müslüman olmayan diğer inanç sahiplerinin ramazan günü, sokakta açıkça oruç yenmez, yiyen olursa zaptiyeler tarafından hapse atılır ancak, bayram sabahı bırakılırdı.
Yaz aylarına tesadüf eden ramazanlarda işler, ona göre ayarlanmaktaydı.  Çok sıcak saatlerde sokağa gerekmediği sürece çıkılmamaktaydı. Fakat köy yerlerinde bu durum söz konusu değildi. Köylü orucunu tutarken aşırı sıcağa aldırmadan ovalarda orak biçerek, hayvanlarını otlatarak geçirirlerdi.   Sıcak saatlerde sokağa çıkmayanlar daha çok şehirde ve kasabalarda yaşayanlardı. Onlar biraz daha kibar sınıftandı. Onlar sadece iftar sofrası için gerekli görülen şeyleri almak için iftara yakın saatlerde alışverişe çıkar, eve dönüldükten sonra sabırla iftar topunun atılmasını beklerlerdi.  Eskiden iftar saatinin işareti olan iftar topunu işitmeyenlerin minarelerdeki kandillere bakarak da iftar ettikleri görülürdü...

“Top atıldı haaaa”
Köy yerlerinde özellikle yüksek yerlerde yaşayan köylüler, Lefkoşa’dan atılan topun ağzından çıkan dumanına göre iftar yaparlardı. Kalavaç’tan kaynak kişilerimden İbrahim Ada’nın anlattığına göre; Kalavaç köyünde yaşayan babasının iftara yakın saatlerde Lefkoşa’yı görülebileceği bir yerde durur, Lefkoşa’dan atılacak iftar topunun dumanını görmek için dikkatlice bekler, gözünü o yönden hiç ayırmazdı… Atılan iftar topunun dumanını gördükten sonra ‘beş dakika sonra topun sesi gelecek!..’ diyerek ‘Top atıldı haaaa!’ diye bağırır köylüye duyururdu.
Kaleburnu köyünden Kemal Deveci’nin hatırladıklarına göre de; Köyün muhtarı tarafından görevlendirilen bir kişi, silahıyla bir el ateş ederek köylüye iftar saatini ilan ederdi. Köy yerlerinde kendilerine göre geliştirilen metotların tümü oruç tutan insanlara iftar saatini bildirmekti kuşkusuz... Bunun yanında bazı köylerin gökyüzünde beliren ilk yıldıza göre iftar ettiklerini belirtmektedirler.
Çok çok eskiye dayanan bu yönteme, teknolojinin yetersiz kaldığı zamanlarda hala başvurmaktadırlar.
Eskiden Ramazan girer girmez yaşam tarzı tamamen değişir gündüz hayatı söner ve onun yerine bir gece hayatı başlardı. Yiyecek ve içecek yerleri, kahvehane ve kıraathane gibi yerler akşama kadar kapalı tutulur ancak akşam ezanına yakın saatlerde açılırdı, ki bu daha çok Lefkoşa ve daha büyük kasabalarda yaşanmaktaydı. Buralarda iftar vaktine kadar ıssız bir manzaraya şahit olanlar, iftar topundan sonra sokaklar adeta canlanırdı. Ramazan günlerine özel olarak süslenen aşçı denilen yemek yerleri ve tatlıcı dükkanları midelerini doyurmak isteyenlerle dolardı. Kahvehanelerde çubuk veya nargile tellendirmek, yüzük oynamak, karagöz seyretmek, saz veya meddah dinlemekle ramazan gecelerinin vazgeçilmeziydiler. Kibar sınıf ise iftar sofralarından sonra selamlıkta toplanır geceyi şaklabanlık ve gevezelikle geçirirlerdi.


Damda iftar
Duayla ve niyetle açılan oruç, bir zeytinle açılır, parmağını tuza batırarak, hurma, bir yudum suyla veya çorbayla iftar edenler de olurdu. Kalavaçlı Ayşe teyzeden edindiğimiz bilgiler oruç açarken çorba çok sıcak olursa, orucu yakarmış. Bu yüzden çorbanın sıcaklığı bütün gün tutulan oruçu heba edebilirdi. Özellikle köylülerden edindiğimiz bilgilerden iftar dualarının nenelerinden ve annelerinden öğrendiklerini belirtiyorlar. Köylülerin sofraları, şehirler ve kasabalılar kadar zengin değildi. Kısmet neyse iftar onlarla yapılırdı. Köylüler özellikle yaz gecelerinde iftarlarını evlerinin damlarında yapmaktaydılar. Onlar için büyük bir olaydı damda iftar açmak… Bugün seksenlik doksanlık olan araştırmama kaynak olanlar, o zamanın çocuklarıydılar. Ve büyük bir heyecan ve mutluluk yaşamaktaydılar. Ama şehirdekilerin durumu çok daha farklıydı.  Çorbalar sebze yemekleri, etli yemekler pilavlar, börekler, çörekler, kıymalı yumurta, envai tatlılar iftar sofralarında bol ve çeşitli olarak yer almaktaydı…
Eskiden Lefkoşa’da İftara doğru hemen her sokaktan bir çörekçi geçer mahalle halkı mutlaka  garaçoçolu (çörekotu) ramazan çöreğini sofrasında bulundururdu. Kıbrıs’ın Ramazan Çöreği öyle meşhurdu ki, mahalleye yaydığı kokudan bir çörek almadan duramazdınız. Nasıl durulsundu ki!.. İçine konan mezdeki tür tür tüterken, insanın canını alırdı bir süreliğine sanki!…

Kokusunun parası
Eskiden Rüzgar Usta adında bir çörekçi vardı. Çöreğin ustasıymış derler… çöreklerinin kokusu Lefkoşa sokaklarını doldururmuş… Rahmetli Rüzgar ustanın çok uzun bir süre önce ortadan kaybolan mezdeki kokulu meşhur Ramazan Çöreğini Lefkoşa halkı tam unutmuşken, bugün Süleyman Usta (Görün) tarafından yeniden hatırlatılarak, hayata döndürmeyi başarmış. Eskiden satıcıların çöreklerini satmak için ‘Kokusunun Parası’ diye bağırıp inlettikleri sokaklar sessiz duruyor bugün ama Süleyman Ustanın mezdekili çöreklerini satan Hakan Ustanın satış yerindeki bir köşesinde eskilerin vasiyetini yazılı tutuyor ‘Kokusunun Parası’… diye!…
İftar sofrasındaki tatlılar arasında mevsimine göre kaymaklı sini gatmeri, samsı, ekmek gadeyifi, simid helvası, harnıp pekmezinden unla yapılmış topag helvası, gayısı dadlısı ve güllaç başta gelirdi. Kıbrıs’ın kuru kayısısından yapılan ve pişerken yedi mahalleye kokusu yayılırdı dedikleri çekirdekli kuru kayısı tatlısını yağlı kuzu etiyle yemek gibi pişirilen köylülerimiz vardı. Kentlerde daha çok etsiz hazırlananı tercih edilmekteydi.Yazılı kaynaklardan öğrendiğimiz bu yiyeceği bugün ne hatırlayan ne de piyasada satılır olmuştur. 
Köy köy gezip ramazan ayı ve gelenekleri hakkında bilgi alırken Kaleburnu’nda, bir zamanlar hali vakti yerinde olanların ‘Zerdali Pestili’ olarak bilinen ve Arap ülkelerinden getirilen bu pestilden, birkaç parça kesilerek su dolu çukur bir kabın içine birkaç parça ekmekle birlikte suda eritilerek yenmekteydi.  Yaprak şeklinde olan bu Zerdali Pestilini birçoğumuz duymasak, bilmesek de bir zamanlar ramazan sofralarına girdiğini kaynaklarımızdan öğrenmekteyiz. Eski zamanlarda, gerek iftarda, gerekse sahurda yenen yemeklerin pişerken etrafa yayılan kokuları bir başkaydı. Eskiden onbir ayın sultanı derlerdi ya, Ramazan ayına… haksız da değillerdi hani… Mübarek ayın gelişiyle, dede külahı kelle şekerleri, mis kokulu Anadolu ve Halep yağları, beyaz, sarı ve gül renkli İstanbul güllaçları, bal biteğini andıran ekmek kadeyifleri,, iştah açan Kayseri pastırma ve sucukları, doğanın kokularını taşıyan salatıkları, yağı çalınmamış Baf Kaymakları, ve daha neler neler… Bin bir çeşit gıda maddeleriyle çarşılar dolar taşardı.
Hele Lefkoşa ve Mağusa gibi surlarla çevrili Türk mahallelerinin sokaklarında insan Halep yağları kokusundan kendinden geçermiş. Tüm bunlar Ramazan ayı için!..
Eski Ramazanların özelliği olan iftar sofralarına mutlaka akrabalar eş dost davet edilir birlikte yenir içilirdi. Teravih namazına gidilir sonra sahura kadar eğlenilirdi. Bu zengin iftar sofralarından yoksulların da nasibini aldığı görülürdü.
Eski iftar sonralarına davet eden zenginlerin davetlilerine ‘Diş Kirası’ verdikleri de bilinenler arasındadır.

Diş Kirası Nedir?
Osmanlı döneminin en güzel geleneklerinden biri olan ve Ramazan ayında birçok evde, özellikle de köşk veya konaklarda iftara misafir davet edilmesi Ramazan ayının adetlerindendi. Ev sahibi tarafından davet edilen misafirlerin yanında, davetsiz çat kapı gelen Allah misafiri de geri çevrilmez, onlar için de sofralar hazırlanırdı. İftarın verildiği köşk veya konak, ziyafet evi halini alır, iftar sofraları binbir çeşitle donatılırdı. Misafirler iftarını yapıp teraviye gitmek üzereyken ev sahibi tarafından "yemek yiyip dişleriniz yoruldu" diyerek, kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler gibi hediyelikler, diş kirası olarak hediye edilirdi. Yemeğini bitirenler diş kiralarını aldıktan sonra "Kesenize bereket", "Allah daha çok versin", "Ziyade olsun" gibi dualarla konaktan ayrılırlardı.
“Diş kirası” denilen bu hediyenin anlamı, davetlilerin o gece zahmet edip gelerek ev sahibinin sevap kazanmasına vesile olması olarak tanımlanmaktadır. Fakat işin bir diğer boyutu da muhtaçlara yardımda bulunmak onları sevindirmekmiş.
Osmanlı kültürü içinde ortaya çıkmış olan bu gelenek, 20. Yüzyılın başlarına kadar devam ettiği yönünde bilgilendirme yapılmaktadır.
Osmanlı kültürü olan eski ramazan geleneklerinde Sahurcular vardı. Günümüze gelene kadar yok olan bu gelenek, sahur vakti geldiğinde Sahurcular gece yarısına doğru ortaya çıkar halkı sahura kaldırırdı. Bu da ayrı bir güzellik ayrı bir mana katıyordu Ramazan gecelerine… Şerebet gibi gelirdi insanın yüreğine!.. Sahurcular üç kişiden oluşmaktaydı. Biri davulu, öteki zurnayı çalar üçüncü kişi de fener taşıyarak karanlık sokakları aydınlatırdı.
Maniler okuyarak halkı sahura kaldıran ve her kapıda bir ya da iki mani okuyan sahurculara halk, çeşitli yemekler ve tatlılar verirdi. Sahura kalkacak olanların kapısına dayanırlar zurnacı zurnasını öttürerek davulcu davuluna tokmakla vurarak başlar sahur manilerini söylemeye:


‘Yenyi Cami’ direg ister
Söylemeye yüreg ister
Benim garnım togdur amma
Argadaşım büreg ister

Remezan geldi gidiyor
Bizleri mahzun ediyor
Aysofyanın gandilleri
Sövündü bradı gidiyor

Davulumun ardı gövşeg
Pirelere yazdım döşeg
Arkadaşımı sorarsan
İki gulaglı bile eşşeg

Davulumun ardı yeşil
Gag Ayşeli pilav bişir
Benim garnım togdur amma
Arkadaşımın garnı şişer.


Eski ramazan gecelerinde sahurculardan başka minarelerde ‘Sahur okuma’ geleneği vardı. Tüm bunların yanında ramazan eğlenceleri de yapılmaktaydı. Özellikle Garagöz bu eğlencelerin başında gelmekteydi. Kentlerde olsun köylerde olsun halk sanatçısı karagöz ustası gelenleri eğlendirirdi. Şehirde yaşayanlar para verip izlerken, köylerde para yanında çocuklara birer yumurta verilerek oyunları izleyen çoktu.
Eskiden halkın bir kısmı sahura kadar yatmaz, teravih namazından sonra ya evde ya da dışarda olur, çeşitli eğlencelerle ayakta kalır sahur yer, ona göre yatardı. Ramazan aylarında evlerdeki eğlencelerin başında kadınların düzenlediği yumurtacı oyunu değirmenci ve fincan oyunu gelirdi.
Eskiden Lefkoşalılar sahura davul, zurnayla kalkarken, Erenköylü Vecide teyze, resmiye teyze ve Remziye teyze’nin anlattılarına göre, köylüler ‘Horoz’un ilk ötüşüyle sahura kalkarlardı. Kısmet ne ise yerler içerler karıncaları yerde gördükleri zaman da yemeği bırakırlar ertesi günkü oruçlarına niyet ederlerdi. Eskiden köylüler Sahurun başlangıcını horoz sesiyle, bitişini de yerde görünen karıncadan anlarlarmış. Niyetlerini yenileyerek dualarla yeniden oruçlarını alırlarmış. Kalavaçlı Ayşe teyzenin Oruç tutma duası kendine has özellikler taşıyor. Çünkü Ayşe teyze bir mani ustası… ve işte duası; ‘Allahıma inandım, orucumu tutmaya sıvandım, Allah kısmet edersa neyet ettim yarınki orucumu tutmaya…’ der ve orucunu tutardı. Neredeyse doksana dayanmış Ayşe teyze geçen yıla kadar oruç tuttuğunu söylüyor.

Oruç satmak
Canlı kaynaklarım arasında seksenlik doksanlık olmalarına rağmen hala oruç tutabilen yaşlılarımıza hala rastlamaktayız. Gaziköylü Emete  Ada’ın  anlattıklarına göre onbir yaşında oruç tutmaya başlamış, hatta annesine oruç satarmış.  Bunun anlamı annesinin aybaşı günlerinde tutamadığı orucu kendisi alıp oruç tutmasıymış. Bu sadece aybaşı görmeyen kız çocukları için geçerliymiş. Oruç satmak için annenin kızına üç defa ‘Orucumu aldın gabul ettin?.. diyerek, kız da Annesine üç defa ‘Aldım gabul ettim!’ diyerek küçük yaşta oruç tutmaya alıştırılırmış.
Yazılı kaynakların eski Ramazanlar hakkında verdiği bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla ramazanlarda camiler özellikle Lefkoşa’nın Ayasofyası ibadetten daha fazla toplantı yeri halini alırdı. Öğle namazından sonra cemaat küme küme toplanır, kimisi ilahi okur kimisi fıkralar anlatır, kimisi de eşek şakası denebilen gevezeliklerle eğlenirlerdi.
En büyük şakalar da tiryakilere yapılanlardı. Tiryakilerin gece hayatını sabah ezanından bir bir buçuk saat önce okunan er ezanına yani yemek kesimi saatine kadar uzatırlardı.
Birkaç aşçı dükkanı ile kahvehane, sırf tiryakilere özel olmak üzere o vakte kadar açık bulunulurdu. Er ezanında tiryakiler ve uyanık kalanlar sair oruçlular ağızlarını çalkalarlar ve uykuya yatarlardı. Öğleye doğru uyanırlar ve ondan sonra günün büyük bir kısmını camilerde geçirirlerdi.
Çocukken dedemin bir sigara tiryakisi olduğunu, oruç zamanında da orucunu tuttuğunu, iftar vakti geldiğinde de orucunu açar açmaz ağzına birkaç lokma atar, sahura kadar içtiği sigaranın haddi hesabı yoktu.  Sanki birileri elinden alacak gibi ucu ucuna ular giderdi sahura kadar. Dedem gibiler yine de teslim olmuyorlardı iftar saatine kadar. Bu hallerinden dolayı da dillere düşer eşin dostun şakalarına katlanmak zorunda kalıyorlardı ramazan hatırına… ve eski ramazanlarda yaşanan iki hikaye;

İki hikaye
Lefkoşa’nın eşrafından Agah Efendi sigara tiryakisi olduğu için akşam ezanı yaklaşmadıkça evine dönemezmiş. İkindi namazından sonraki vaizler bitince doğrudan doğruya evine dönmez ve ellerini arkasına bağlayarak Arasta, Balık Pazarı, Kurtbaba Sokağı ve Asmaaltı’ndan yavaş yavaş gider ve böylelikle akşamı bulurmuş. Lefkoşa’nın zürafasından olan Pertev Efendi bir ramazan akşamı Agah Efendiye bir azizlik yapmayı düşünmüş ve arkadaşlarını Asmaaltı dügganlarına yerleştirdikten sonra mutat yolunda evine dönen Agah Efendi’yi takibe başlamış.
Agah Efendi Kurtbaba yokuşunu tuttuğu zaman alt perdeden havlamış ve Agah Efendi’nin elini hafifçe ısırmış. Agah Efendi arkaya bakmaya luzum görmeksizin ‘hoşt be!..’ demiş, yoluna devam etmiş. Asmaaltına gelinceye kadar havlamalar ve ısırmalar bir kaç kere tekrarlanmış. Fakat Agah Efendi hiç istifini bozmamış. Yalnız ‘oşt bre!..’ diyerek yoluna devam etmiş. Asmaltı’na geldiklerinde Pertev Efendi havlamaya ve ısırmayı hızlandırmış. O zaman Agah Efendi iftar zamanının verdiği mecalsizliğe rağmen biraz davranmış ve arkaya dönmemekle beraber elini sallamış ve biraz daha yüksek sesle ‘Oşt bre!.. Kuduz mu oldun?’ demiş ve yine yoluna devam etmek istemiş. Fakat dükkanlarda saklı olan arkadaşlarının kahkahalarını işitince işin farkına varmış ve hep birlikte gülerek dağılmışlar.

Yaşanmış bir diğer hikaye de şöyleymiş;
Eski saray önü imamı meşhur enfiye tiryakiyelerindenmiş. Bu imam aynı zamanda boğazına düşkünmüş ve hele tatlılara bayılırmış. Bu sebepten ramazanlarda kendi kendini dostlarına davet ettirirmiş. Bu kabilden olarak Lefkoşa’nın zenginlerinden Derviş Paşa’dan da bir kadayıf ziyafeti istemiş. Paşa bunu vesile ederek imama bir azizlik yapmayı düşünmüş: şişecilerden ince kıyım talaş bularak iyice haşlattıktan sonra kadayıf gibi pişirip güzelce kızartıp bir siniye kurtarmış ve o akşam imamı iftara davet etmiş. İmam oh! diyerek bir sini talaşı yuvarlamış. Yuvarlamış ama Paşa sonradan vesveseye düşmüş ve imamın arkasını boşlamamış. O gece teravihi Sarayönü camisinde kılmış. Ve namazdan sonra imamın odasından ayrılmamış. Hatta misafirleri dağıldıktan sonra da geç vakte kadar imamın penceresinin altında nöbet beklemiş. Garibi şu ki, paşa geceyi telaş içinde geçirirken imam da talaşı rahat rahat hazmetmiş. 


Ne güzeldi gerçekten bazılarımızın hiç yaşamadığı Eski Ramazanlar…  Dün yaşanırken, bugün hiç yaşanmadılar. Kentliler, köylüler farklı yaşasalar da ramazanları hepsi için de akıllarda kalan tatlı hatıralar… O günleri yaşayanlar şanslı aslında, yaşayan da kaldı mı bilinmez bu hayatta, ama değerlerimizin bir çoğunu kaybediyoruz yavaş yavaş.  Kim kaldı o eski tatları yaşatacak… Nedendir bilinmez… Tutamıyoruz değerlerimizi hiç birimiz bir türlü elimizde!.. Eskiden Ramazanlar dolu dolu geçerken zaman tünelinden, bugün çırıl çıplak, eskiden uzak, çocuklarımızdan bir parça çalınmış elveda diyor hepimize…  Ben de isterdim,   Karagöz oyunlarını izlemeyi, meddah oyunlarıyla eğlenmeyi, hiç bilmediğim dede külahı kelle şekerleri, mis kokulu Anadolu ve Halep yağlarından yapılan yemeklerden tatmayı… Kıbrıs’ın kuru kayısısından yapılan yemeğin nasıl yapıldığını, tadını bilmek isterdim…  Sahurcuların zurna ve davulla maniler söyleyip uyandırırken ehaliyi, karanlık sokakları aydınlatan fenercinin ışığıyla aydınlanıp o havayı ciğerlerime kadar çekip o eski ramazanları yaşamak isterdim…

Bu haber toplam 6640 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 117. Sayısı

Adres Kıbrıs 117. Sayısı