Yasemin Kokulu Zaman!
Her geçen gün biraz daha zaman zamana ulanıyor ve akıp gidiyor. İçimizde biriken anıların kösnül yalnızlığında bazen kendi kendimizle kalıyoruz. Son günlerde insan manzaralarının resmigeçidiyle sarılan etrafımda, sessizliğimde kaybolmayı tercih ediyorum. Herkes kendi zamanını ve hikâyesini yaşıyor çoğunlukla… Bu nedenle kimsenin yaşam tercihlerinin ağlarında sorgulamalara dayalı bir iç hesaplaşmayı yaşamamayı tercih ediyorum. İç hesaplaşmalar güzel de, fazlası her şeyde olduğu gibi önce sağlığa, sonrasında da ruhun derin sularına zarar veriyor. Bulanıklaştırıyor. Taş ve çakılın biriktiği bir kuyuya dönüşüyor. Sonuçta bir deli kuyuya taş atıyor ve kırk akıllı (burada düşünce bağlamında simgeleştirilmiştir) çıkarmak için didiniyor. İyisi mi taş atıldığı yerde kalakalsın ve görüntüler evirilsin zamanda yeni günlere doğru!
Ankara, yirmi beş yılın sonunda hesaplaşmayı gerektirecek bir durumda değil! Çünkü yaşam tercihim olmuş uzun zamandan beri… “Mutlu muyum?” diye soruyorum bazı bazı kendi kendime… Özlemlerdir insanı mutsuz eden zamanın ıhlamura batırılan madlen çikolatasının tadında! Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde bir yaşam geçirmemiş miydi? Yedi cildiyle gözlerimizin önünde büyür gider Kayıp Zamanın İzinde ve içgüdüsel kuytulara sinmiş bir bekâret gibi, zamanın çorak çöllerinde bir gezinti için zorlar meraklı okuyucuyu… Zaman nedir? sorusunu cevaplamak için çoğu zaman kelimeler yetmiyor. Kelimelerin yetmediği yerde görüntülerin imge tasarımları alıyor sırayı… Sanatın içinde zamanın izini sürüyoruz. Aynı şekilde yaşama dair atılan her adımda da zamanın izinden gitmeyi, açtığı duvar çatlaklarından bakabilmeyi öğrendim göçte geçen hayatımda… Biraz ben merkezli bir yazının çemberinde gezinmekteyim. Farkındayım! Sorunları çözmenin en iyi yolu kendinden hareketle başkalarına bakabilmeyi bilebilmektir, bana göre… Empati kavramı karşılaştırmalı yapıldığında ancak, gerçek sonucuna doğru yol alabilir. Söze başlarken zamanın zamana eklendiği bir pencere açtık. İşte bu noktada belleğe biriken anı zincirinin bir şekilde kendi yayından çıkarak us dehlizimize dalması gerekiyor. Fikirler adeta iğne deliğinden geçerek süzülüyor sayfanın derinliğine… Kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda belleğe yüklenen görsel şölenin özleme vuran acımtırak tadıyla bir yudum kahve içmek için soluklanıyorum.
Kahvem, Kıbrıs’tan geldi. Lefkoşa’dan alındığını tahmin ediyorum. Ne mutlu bana ki derin dostlukların elinden gelen bir acı kahveyi şu gri bulutlu şehirde, penceremde açan menekşelere bakarak içebiliyorum. Kahveyi getireni görememenin üzüntüsünü yaşıyorum günlerdir içimde… Sevgili Mehmet Kansu’ya satır aralarımdaki özlemle, kelimelerle buradan, sizlerin okuduğu cümlelerle uzanmak istiyorum. Yaşamda iz/ler söz konusuyla eğer, Kansu ailesinin benim hayatımdaki yaşam izlerinin anıları oldukça derin! Kıbrıs denildiğinde burnumun direğinin sızlaması işte bu nedenledir. Ada’da kalan ve hep yanımda taşıdığım dostluklarımdan aldığım güçle bu ülkede yaşamaya ve tutunmaya çalışıyorum. Bir avuç yasemin kokusu düştü yüreğime elimde tuttuğum paketin içinden çıkan bir paket kahveyle ve yanında sayfalarında kaybolduğum kitapla birlikte… İnsan belleği ne kadar güçlü, en umutsuz anlarda geçmişten çıkagelen bir görüntü ile yakalanıyor yeniden zaman! Cismen varlığınızın ve oradan da huzur dünyanızın kendi özelinde saklanan görüntüleri bulmanız önemli!
***
İki toplumlu bir Ada’da doğdum, büyüdüm; sonrasında öyle veya böyle bir şekilde ayrıldı yollarımız. Geçmişe yönelik sorgulamalar yapmamayı da öğrendim zamanla… Hatıraların olur olmaz saatlerde insanı sıkıştırması, erken yatıp da tam uykuya dalacakken yeniden uyanmak gibi sersemletir insanı… Bir şekilde yörüngeden çıkar yaşam! Sonrasında toparlanmak adına sudan çıkmış balık gibi kendi okyanusunuza yeniden dönmek adına hızlıca nefes alıp verirsiniz. Yosunlara takılıp balçığa sıvanmak için elinden geleni yapıyor insan bazı bazı… Hâlbuki zamanın kokusunu duymak için biraz soluklanmalı… Çok kültürlü bir ülkede yaşıyorum uzun zamandır. Büyüğünden küçüğüne belki de yüzlerce yer gezip, binlerce insan suretinde yaşamın farklı sahnelerine tanıklık ettim. Yaş aldıkça kafamda oluşan soru demetlerini cevaplamaktan öte yeni sorulara yelken açmayı da öğrendim. Bence her soru yeni bir soruya estiği sürece fırtınalarda yol almasını bilebilir insan…
1991 yılının Temmuz ve Ağustos aylarını Hasankeyf’te geçirdim. İnsanların küçücük bir yerleşim alanında kendi coğrafyalarının kaderlerinde kasabanın ortasından geçen Dicle’nin sularına umutlarını bıraktıklarına tanıklık ettim. O dönemde Turgut Özal’ın sözünü tutuğunu ve her köye elektrik götürmenin ne demek olduğunu öğrendim. Elektrik gitmişti de insanlar hala daha niye mağaralarda yaşıyorlardı? Neden devletin onlar için yapmış olduğu yeni, donanımlı evleri tercih etmiyorlardı? Ve niçin kazı alanında çalışan halk bizlerle konuşmuyordu? Türkçe konuşmuyordu?! Bir gün Ada’ya döneceğim düşünceleriyle yaşarken, bu soruların yanıtı üzerinde çok fazla durmamıştım o günlerde! Sonrasında tercih ettiğim yaşamla ve ülkeyle, soruların yanıtı, özellikle de bu günlere gelindiğinde, zaten kendiliğinden gelmişti.
İnsan yaşadığı coğrafyaya benzer! Dicle umut olurken, Ilısulu Barajı umutları suların altına gömecek çok yakında! Gömülen sularda geçmişe dair kültürlerarası bir belleğin de izleri silinecek. Kültürleri yaşatan da insanlardır. Nesil nesile aktarılan kolektif bellekle taşıdıklarımız zaman değişse, coğrafyalar farklılaşsa da beraberimizde gelir.
Tıpkı kahvenin kokusunda Girne’nın izlerini ve yasemin çiçeklerini görebilmek gibi…
Bu nedenledir Proust’un dayanılmaz çekiciliği… Akan zamana eklenen her anının bıraktığı izler bir şekilde ortaya çıkar. Karmaşıklaştırır düşünceler insanı oturduğu yerde… Güncel durumunuzdan girer kahvenin kokusundan çıkarsınız. Bir zamanlar kısa süreli bulunduğunuz ve hafızanıza yer eden küçük bir şehrin bugünlere ulaşan öykülerine bitimsiz gibi gözüken cümleler kurarsınız. Çok uzun cümleler, çoğunlukla dolu dolu geçen zamana yelken açar. Belleğe biriken ne varsa, onların ipuçlarını verir. Hepimiz etrafımızı saran imgeler dünyasında yaşıyoruz. “İktidar”ı elinde tutanlar için söylenebilecek en geçerli söz “güç”tür. Gücün hegemonyası içinde etrafımızı saran imgeler de “değişim” içinde çalkalanıp durmaktadır. Çalkalanma kaçınılmazdır. Çünkü çekim merkezi “güç” dengesinin iktidarı üzerine kuruludur.
Zamanın iktidarına yenilmeyeceğim!