Yazar Olmak İsteyen Bir Gencin Günlüğü
Yazar Olmak İsteyen Bir Gencin Günlüğü
Hakan Karahasan
[email protected]
II
2. gün
Ne kadar ilginç değil mi? Daha yazar olmadan, neden yazdığımı açıklayarak başladım günlüğüme. Aslında belki de başlangıç olarak yazı nedir? Yazının hayatımızdaki yeri ve önemi üzerine biraz düşünmek sanki daha iyi olurdu gibi geliyor, siz ne dersiniz? Ama ne yapalım? Yaptık bir kere. Benimkisi biraz tersten başa bir gidiş oldu gibi. Devrik ve düşük cümleler bunu kanıtlamıyor mu? Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse: ne baştan sona, ne sondan başa; tamamen kaotik, karmakarışık, iç-içe geçmiş bir tuhaf ağlar silsilesi benimkisi. Veya ben öyle olduğunu sanmakla avutuyorum kendimi...
III
3. gün
Yazmayı yazma yapan yegâne şey nedir? Okumak herhalde. Ve belki de bu yüzdendir ki hiçbir zaman bir yazar olamayacağım. Okumak herşeyin başıysa, pratik yapmak da ikinci önemli unsurudur yazmanın. Ancak birşey unutulmadan: Yazı yazarken yapılacak/yapılması gereken en önemli şeylerden birisi dili doğru-dürüst kullanmak olduğuna göre ve bunun yolu da okumaktan geçtiğine göre, dönüp dolaşıp yazma eylemi için en önemli şeyin okumak olduğunu söylesem herhalde kabalık etmiş olmam. Niçin derseniz: Dili öğrenip, düzgün kullanmayı öğrenmenin yolu okumaktan geçer. Çünkü ancak okudukça/okumak suretiyle bir dilin kullanılışını, nasıl ve ne gibi bir biçimde esnetilebildiğini, sınırlarını, genişletilebilinecek alanları yanında, dil ile oynayabilme yöntem ve stratejilerini de öğrenebiliriz.
Günlüğümün bugünkü konusu okumak ve okumanın önemi. Yazma eyleminde pratik yapma ve dili daha iyi kullanma konularını daha sonraki günlerde (dilimin döndüğünce) açıklamaya çalışacağım. Ne de olsa
a) ben bir yazar değilim
b) bir yazar olmadığıma göre, yazı yazmak hakkında yazmakta olduğum sayfalar dolusu harf kalabalığını kimse ciddiye almak mecburiyetinde değil.
Neticede, yazar olmuş olsaydım, tüm bu anlatmaya çalıştığım şeylerin bir değeri olurdu. Bilindiği üzere, tüm bu yazdıklarım aslında kendi kendimle konuşma çabasından başka bir şey değil.
Okumak... okumak... okumak... Değişik kültürlerde, değişik anlar içerse de, okumanın adına “uygarlık” dediğimiz –ki “uygarlık” nedir ki? – o şeyi “yaratan” unsurlardan birisi olduğunu söylesek, çok mu yanlış bir yorum yapmış oluruz? Bence, böyle bir yorum çok da yanlış sayılmaz. Ancak, okuma deyince, ister istemez yazma eylemi dediğimiz o “şey”i de aklına getiriyor insan.
“İnsanlık tarihi”nin yazının bulunuşuyla başladığının varsayılması tabii ki çok da “akla uygun” bir hadise olmasa da (neticede, yazı bulunmadan önce insanlar yaşamamışlar sanki. Tam tersine, yazının bulunmasıyla noktalı virgül hâline gelen, “yeni bir yola” yönelen insalık tarihinde, yazının bulunmasından önceki hâli de bilmediğimiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz nice uygarlıklara ev sahipliği yapmamış mıdır adına yerküre dediğimiz şu “yaşlı” gezegen?), bir başka durumu, yani yazının önemini belirtmesi bakımından önemlidir. İnsanoğlu “yazı bulunmadan önce” (sanki yazı orada öylesine duruyordu da birgün, tesadüfen birisi keşfetti gibi aktarılıyor bize hep nedense?), insanlık büyük ihtimalle daha “farklı” bir hayat sürmekteyken, “yazının bulunmasıyla” beraber “kendi kabuğunu aşıp” bugün dünyaya hâkim olabilmiştir (tabii ki bu hâkimiyetin iyi mi, kötü mü olduğu tartışılabilir. Örneğin, çevreye karşı yapmış olduğumuz tahribatlar, duyduğumuz saygısızlık göz önünde tutulursa, bazen insanın “olmaz olsaydı” diyesi gelse de, gündelik hayatta okuma ve yazma olmadan nasıl yaşayabilirdik sorusu da madalyonun bir diğer yüzü neticede). Mesela, kutsal kitaplardan Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e “oku!” diyerek vahiy edilmeye başlamıştır. Bu bile, okumanın ne denli bir “güç”, önemli birşey olduğunu açıklaması bakımından önemli değil midir? Okuma dediğimiz “şey” olmasaydı, yeni nesiller nasıl öğrenebilecekti kendinden önce birikmiş bu kadar bilgiyi? Hatırlayacaksınız, Gabríel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanında, José Arcadio Buendia hafızasını yitirince yazıya başvurur! Daha doğrusu, unuttuğu, unutmuş olduğu her şeyi “hatırlamak” ya da “unutmamak” amacıyla yazmaya başlar. Masanın üzerine “masa”, sandalyenin üzerine “sandalye” yazar. Yazdıklarını her okuduğunda, bir nebze de olsa, rahatlar. Neden mi? Çünkü “masa”nın “masa” olduğunu bilir de ondan! Okuma ve yazma olmasaydı, her gün “masa”nın “masa” olduğunu ancak birisine sorup cevap alırsa öğrenebilecekti. Fakat, yazma ve okuma sayesinde kendi kendine öğrenip hatırlayabiliyordu.
Okumak bize bilmediğimiz şeyleri öğrenmemizi sağlayan yegâne şeydir. Düşünün, en basiti, yeni aldığınız bir cep telefonunun özelliklerini cep telefonunun “kullanma kılavuzu”nu okuyarak öğrenmiyor muyuz? Buna benzer yüzlerce örnek verilebilir. Okuyarak bilmediğimiz şeyler bildik bir hâl alır! En basiti, eğer okuma-yazmanız varsa, Einstein’ın genel görelik kuramını (relativity) öğrenebilirsiniz. Veya Komplo Teorileri kitabını okuyarak, ABD’nin aslında 11 Eylül saldırılarını belki de bilinçli olarak engellemediğini, bunun da oluşturulmakta olan “yeni dünya düzeni” için gerekli bir bahane olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz. Yaşadığımız dünyanın eski tutarlı ‘büyük anlatılar’la açıklanmasının artık mümkün olmadığını, o yüzden postmodern dünyada herşeyin alabildiğine parçalı ve karmaşık olduğu iddialarını yine okuyarak “öğrenebilirsiniz.” Örnekleri çoğaltmak elbette mümkün.
Gelgelelim okuma-yazma ilişkisine... Bildiğiniz gibi, okumak, yazmak için en gerekli şeylerden birisidir. Bu cümleyi okuyan birisinin aklına gelen ilk sorulardan birisi belki de şudur: birşey bilmeden de yazmak pekâlâ mümkün! Doğru elbette, ancak ne kadar ve nasıl mümkün olabilir ki? Ve ne ölçekte süreklilik arzeder okumadan, bilmeden yazmak? Sadece gezip-tozup, gördüklerinizi yazmaktan bahsediyorsanız, belli bir noktaya kadar haklısınız ama böyle bir düşünce, adına yazın dediğimiz eylemi çok basite indirgemekten öteye giden bir yaklaşım değil de nedir?
Okumadan ne yazabilirsiniz? “Hayat tecrübeleri”nizi? Belki, ancak benim bahsetmek istediğim o değil. Okuma ve “bilgi”dediğimiz, o tanımlanması oldukça zor kavram arasındaki ilişki... bir konuda bilgimiz arttıkça, o konuda yazabilme ihtimalimizin (veya konuşma da diyebilirsiniz) de arttığını kabul edersek (siz bakmayın benim bol keseden atıp-tuttuğuma, harf kalabalığı benimkisi), o zaman, çok okuyan birisinin, az okuyan ya da hiç okumayan birisine göre yazı yazma ihitmalinin de yüksek olduğunu iddia etmemiz, çok da saçma birşey olmaz herhalde.