Yazılmış Tarihleri Yaşamaktan Kendi Tarihini Yazmaya: Birey ve İletişim
Yazılmış Tarihleri Yaşamaktan Kendi Tarihini Yazmaya: Birey ve İletişim
Umut Koldaş
[email protected]
Aslanlar kendi tarihçilerine sahip oluncaya dek kitaplar avcıyı övmeye devam edecekler.
Afrika Atasözü
İletişim teknolojisinin gelişmesi bireyin bilgeliğin sözlerini fısıldamak ve onları kendi kendine sorgulamak yerine bunları başkalarıyla paylaşmasına yol açmış ve böylece toplumların veya insanlığın yeni tarihini yapma sürecinde etkin bir rol oynamasına olanak vermiştir. Her ne kadar belli kuramsal yaklaşımlar mevcut iletişim araçlarının hakim grup hegemonyasının ideolojik aygıtları olduğundan emin görünseler de alternatif iletişim araçlarının niceliksel ve niteliksel çokluğu, düşünsel çoğulculuğa inananlara umut vermeye devam etmektedir.
Tarih yapma ve yazma uzun dönemler belli bir hakim gücün (devlet, sınıf, iptidai geleneksel yapılanmalar, vs.) tekelinde olmuş ve aslanlar kendi tarihlerine ve tarihçilerine sahip olamadıkları için genelde tarih yapma ve yazma avcılar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu bağlamda, bireyler kendi tarihlerini sorgulayıncaya ve farklı iletişim kaynaklarından alternatif tarih yaklaşımlarına erişinceye dek herhangi bir yönetsel otorite altında yaşayan bireyin tarih anlayışı büyük oranda içine doğduğu toplum tarafından şekillendirilmiştir. Birey tarih bilincini o toplumun kendisine verdiği şekliyle almak ve geliştirmek durumunda olmuş, bunu yapmadığında ötekileştirilmiştir. Bu anlamda Herder’in ifade ettiği gibi bireyin tarihi aslında toplumunun onun için büyük oranda yaratmış olduğu tarih olmuştur. Toplumlararası bilgi ve mesaj akışının bugüne oranla oldukça sınırlı olduğu bir iletişim yapısı içinde “Her halkın kendine özgü oluşturmuş olduğu insan doğasına” tabi olan bireyin “bireysel tarih bilincini” içine doğmuş olduğu toplumun onun için yaratageldiği önyargı, değer ve belirlemelerden bağımsız bir şekilde geliştirmeye ihtiyaç duymasını beklemek kolay olmamıştır.
Kendisini ve başkalarını aynı anda şekillendiren bir gelenekler ağı içinde yaşayan birey, kendisini ifade etme sürecinde “bugünde yaşayan geçmişten” bağımsız olamamış ve dünyayı anlamlandırma süreci başka gelenekleri tanımadığı sürece içine doğmuş olduğu toplumun gelenekleriyle sınırlandırılmak durumunda kalmıştır. Herder’de ulusların geleneklerinin, çağların kendine özgü idelerinin birikimi ve bireylerin bir arada yapıp etmelerinin bir ürünü olarak görülen humanite ancak bu birikimlerin kendine özgülüğü kabullenilerek diğer anlamlandırma süreçlerinin farkına varıldığında ulaşılabilecek bir noktadır. Bireyin bu birikimlerin farkına varabilmesi, değişik toplumlarda değişik geleneklerde değişik biçimlerde gelişen birikimlere ulaşabilmesi, her toplumun dününü ve bugününü kendi özgünlüğü içinde kendi ölçütlerine göre anlamlandırabilmesi ancak o toplumların bireyleriyle geliştireceği iletişimin derinleşmesi ile mümkün olabilecekti.
Geçmişten bu yana gerek bilimsel gerekse toplumsal anlamda bilginin ve yaşam tecrübesinin evrenselleşmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır. Bu evrenselleşme süreci bilimsel bilginin toplumlararası aktarımında daha kolay bir şekilde gerçekleşmiştir. Toplumsal ya da ulusal geleneklere dayalı bilginin ve yaşam tecrübesinin diğer toplumların bireylerine aktarılma süreci ise daha sorunlu olmuştur. Örneğin Çin’de barutun bulunması Avrupa’da değişik bilimsel gelişmelerin yaşanmasına kolaylıkla yol açarken, Avrupa’nın (ya da Afrika’nın) Asyalıların toplumsal yaşam tecrübesinin sınırlarıyla ilgili verilere ulaşması bilimsel buluşlardaki kadar kolay olmamıştır. Bu anlamda bilim ve teknoloji kendine özgü dilini ve iletişim yapısını oluşturarak gelenekler-üstü bir tecrübe aktarım yetisine ulaşırken, toplumsal yaşam tecrübelerinin ve birikimlerin toplumlar arasında bu ölçüde rahat aktarılamaması farklı toplumlarda yaşayan bireylerde içine doğdukları toplumun diğerleri için yarattığı bir “öteki” anlayışını fazla sorgulamadan kabullenmeleri durumunu getirmiştir. Bu kabullenme giderek “öteki”ni içinde yaşanılan toplumun geleneklerinin yönlendirmeleriyle tanımlamaya ve “öteki”nin birikimlerini ve yaşam tecrübelerini kendi toplumunun o topluma karşı almış olduğu tarihsel tavır ya da duruş doğrultusunda anlamlandırmaya yol açmıştır.
Bireyi içine doğmuş olduğu toplumun karakterinden ve bu karakteri oluşturmuş olan özelliklerinden bağımsız incelemek ne kadar zor ve indirgemeciyse o toplumun tüm karakterlerine göre tek tip bir birey yaratmak da o kadar indirgemeci ve bireyin tarihsel rolünü hiçe sayan bir yaklaşımdır.Tarihsel analizinde ulusu analiz birimi olarak almasa da ön plana çıkaran Herder her ulusa belli bir karakter vermiştir. Ancak bu ulus-merkezli karakterlendirmeyi o ulusların içine doğmuş tüm bireylere mal etmek bireye özgü değer özelliklerini göz ardı etmek anlamına gelmektedir.
Herder’in yaklaşımı bir ulusun içine doğmuş olan bir bireyin tarih yaklaşımının içine doğduğu toplum tarafından çizilmiş olduğunu baştan kabullenmiş ve bireyin bunu aşmak için çok da fazla şansı olmadığı varsayan bir yaklaşım. Bu bağlamda böylesi bir yaklaşım, her ne kadar humanite içinde bu ayrımların ortadan kalkıp tüm bu ulusal tecrübelerin bir amaç için birleşeceğini iddia etse de bu birleşimin nasıl olabileceği konusunda bir doyurucu açılım sunmamakta.
İletişim toplumunda, toplumlararası iletişimin ulus, sınıf, kabile ve başat diğer yapılanmaların sınır ve geleneklerini her yeni gün yeni alternatif yaşam biçim ve birikimleri sunarak zorladığı günümüz dünyasında bireyin Herder’in ifade ettiği gibi ulusal karakter çerçevesinde tanımlanması gün geçtikçe zorlaşıyor. Sosyalleşme süreci içinde içine doğduğu toplumun dışında da değişik toplumlar olduğunun farkına varan birey zaman zaman içine doğmuş olduğu toplumun ya da topluluğun karakterine zıt bir gelişim çizgisi de oluşturabiliyor. Diğer toplumlarla iletişimi ne kadar artarsa ulusal, sınıfsal ya da kabilesel karaktere alternatif ya da ondan farklı gelenek, dil, din, bilim ve sanat eserleriyle buluşma ihtimali de o kadar artıyor. Bu bağlamda potansiyeli değerlendirme yetkinliği henüz potansiyelin kendisine göre az olsa da günümüzde diğer kültürlerle toplumlarla ilişki kurma potansiyelinin genişliği yadsınamaz.
21. yüzyılın iletişim olanakları bilinçli kullanıldıklarında bireye “ulusal karakterin”, “sınıfsal karakterin”, “kabilesel karakterin” ya da herhangi başka bir başat karakterin belirlenimlerinin dışına çıkma fırsatlarını tanıyabiliyor. Bunun temel araçları da bir toplum içine doğmuş olan bireylere içlerine doğmuş oldukları toplumun dışında da farklı yaşam biçimleri, gelenekler olduğunu hatırlatan, ve bu hatırlatmayı, eskisine oranla daha az fiziksel çaba ve daha az zaman harcatarak mümkün kılan iletişimi artırıcı mekanizmalardır. Gelişkin iletişim araçlarını değerlendiren birey yalnızca böyle bir düşünsel çeşitliliğin olduğunu bilmekle kalmayacak, kendisini ve tarihini yaratmada tüm bu alternatifleri göz önünde bulundurma potansiyeline ve şansına da sahip olduğunu bilecek, bu potansiyelden yararlanıp yararlanmayacağı ise yine onun seçimi olacaktır.
Her kültürün kendi geçmişiyle ilişki kurma biçimi olarak oluşagelmiş günümüzün tarih anlayışı belli güç yapılanmaları tarafından kendi meşruluklarını ve toplumu düzenleme güçlerini sürdürmek amacıyla yaratılıp desteklenen başat tarih görüşünün de temelini oluşturmuştur. Bu tür güç odaklı yapılanmalar bireyler üzerindeki başat konumlarını sürdürmek ve diğer güç yapılanmalarıyla olan mücadelelerinde bireyi yanlarına almak adına geçmişle ilgili seçilmiş olaylar bütününü ortaya çıkarıp bunlar arasındaki ilişki biçimlerini de kendi varlığını güçlendirecek ve ‘meşru’ sürekliliğini sağlayacak şekilde halklara kabul ettirmeye çalışmışlardır.Toplumlara kitle iletişim aygıtları ile verilen tarih aslında bu başat yapıların toplumların bilmelerini ve içselleştirmelerini istedikleri tarihtir. Böylece toplumun parçası olan birey yalnızca kendisi için seçilmiş geçmiş tecrübelere ulaşabilecek ve bunlara alternatif açılımlar getirmek istediğinde ise bu yapılanmalarca toplumda oluşturulmuş genel tarih bilincine karşı çıkmış olacaktır. Bireyin kendisine dayatılan “tarihsel gerçekliğe” olan bu karşı çıkışının şiddeti bireyin tarih yaratma ve oluşturma süreci içinde kendi kimliğiyle varolabilme savaşının yoğunluğu bakımından bir gösterge olabilir.
Halkın tarihini halkça yaratmak günümüze dek pek de mümkün olmamış, kitleler gerek tarihçi entellektüel seçkinlerin, devletin, kabilenin, ya da hakim sınıfların yarattığı tarihi kabul etmek durumunda bırakılmıştır. Günümüz iletişim olanaklarının niteliksel ve niceliksel çokluğu bilinçli kullanıldığında hem birey tarihinin yeniden yazılması hem de alternatif halk tarihi yazımı konusunda alternatifler sunabilir. Bu bağlamda birey, tarihi sorgulama sürecinde geçişken medeniyetlerin, kültürlerin ve düşünsel birikimlerin sunmuş olduğu kimlik zenginliğini kendisine sunulan başat tarih anlayışının ifade ettiği kimliklerin dışına çıkmak için bir atlama tahtası olarak kullanabilir.
Kantçı anlamda evrensel bir insan doğasından bahsetsek yani bireyin kendini gerçekleştirmesinin tek bir ulus, sınıf veya kabile özelinde değil tüm evren genelinde mümkün olabileceğini kabul etsek bile bireyin evrensel anlamda olgunlaşması için gerekli olan bireyler arası tecrübe aktarım süreçlerinin toplumlararası boyutta sınırlı bir biçimde gerçekleşebilmesi tarihin insanın özgürlüğünü geliştirme ve kendini gerçekleştirme amaçlarına hizmet etmesini pratikte pek de mümkün kılmaz. Kant’ın “neyi bilebiliriz?” ve “neyi bildiğimizi nasıl iletebiliriz?” sorularını yanıtlama aşamasında karşılaşılan başka bir soru iletişim imkânlarının gelişiminin bireyin bilgi ve tecrübe aktarma sürecindeki etkisinin artmasını önemini de dile getirmektedir; başkalarına iletemediğimiz şeyleri bilmemiz insan deneyiminin simdiki ve gelecek kuşaklara aktarımı bağlamında ne kadar anlamlıdır? Bireyin dünya üzerinde coğrafi yerleşimi ne olursa olsun diğer bireylerle tecrübe aktarım sürecinin kolaylaşması diğerinin ne bildiğine ya da yaşadığına ulaşma ve kendi yaşantı ve bilgisini diğerine ulaştırma sürecinin hızlanmasında ve kolaylaşmasında ve dolayısıyla fiziksel uzaklığın yol açmış olduğu düşünsel yalıtımı aşmada büyük rol oynayabilir.
İletişim, insan deneyiminin insan toplulukları arasındaki aktarım süreci olarak tanımlandığında iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle bireyin tarih oluşturma ve bu aktarım süreçlerinin içinde aktif olarak yer almasındaki artış arasındaki ilişki daha kolay bir şekilde kurulabilir. Nitekim eskiden dünya üzerindeki kısıtlı zamanını kendisine sunulan ve kendinden öncekiler tarafından süregetirilen belirlenmişlik ve gelenekleri öğrenerek uygulama ile geçiren ve bunun sonucu olarak pratikte başka bir alternatifi olmadığı ya da bu alternatifin farkında olmadığı ya da kendi pratiği belli çevrelerde “öteki” pratiklerden daha güvenli daha bildik kılındığı için başat ulusal, sınıfsal, kabilesel karakteri daha çok yansıtan birey günümüzde kendi pratiğinden daha farklı alternatiflerin bulunduğunun farkına varabilme potansiyeline eskiye oranla daha çok sahip. Bu farkındalığı tarih yapma ve yazma süreçlerine hangi oranda yansıtacağı ve bu süreçlere düşünsel ve materyel düzlemlerde nasıl müdahil olacağı ise hem onun seçimleriyle hem de bu seçimlerin varolan yapıyla etkileşiminin niteliğiyle doğrudan ilişkili olacaktır.
1.Doğan Özlem, Tarih Felsefesi,Dokuz Eylül Yayınları, İzmir, 1998, s.62.
2.Ibid., s. 62-3