Yazmak… Sorumluluktur…
Yazmak… Sorumluluktur…
Neriman Cahit
• Bazı durumlar vardır, insan nasıl teşekkür edeceğini bilemez. “Teşekkür ederim” sözcüğü çok kuru, çok yetersiz kalır… Başında “çok” dese, “içten” dese… “En içten” diye eklese… Yine de, bu sözcükler dizisi, yüreğini kabartan duygular yanında çok anlamsız ve yüzeysel kalır…
Ömrüm boyunca iki mesleği birlikte yaptım: Öğretmenlik ve gazeteciliği… Yasaklardan dolayı, “Erkek adlarıyla” yazdım… Ve 2 kez “Hasan H. Esen,” bir kez de kendi adımla dava edildim.
• Bu konuda, özetle söyleyeceğim: Yazmak sorumluluktur. Elini, yüreğini ve yaşamını taşın altına sokmaktır…
Ülkemizde ‘insan emeği’ öylesine boşa harcanıyor ki… Hem de hiçbir kayda geçmeden…
• Fazla uzatmak istemiyorum ama (insanımızın – toplumumuzun durumu) bana öfke ve acı karışımı bir duygu veriyor, ama…
Şunu da eklemek zorundayım: İnsanlık tarihinde, hiçbir toplum hiçbir zaman bu süreçte sadece bizim yaptıklarımızı yaparak ulaşmadı barışa ve özgürlüğe…
Barış ve özgürlük ne “kişiye” ne de bir “topluma” öyle çok kolay gelmiyor…
Tüm değerlerimizin giderek yok olmakta olduğu ülkemizde, bizim, “Umudu ve Sevgiyi” yeniden yaratarak işe başlamamız gerekiyor.
Elimizden gelenin en iyisini yaparak…
Sevgi ve umut vermeye çalışarak değil…
SEVGİNİN ve UMUDUN taa kendisi olarak…
Toplum olarak…
• Nicedir, uzun susuşların toplamı gibiyiz… Uzun hesaplaşmaların artığı sabahlarda… Ve, sakın unutmayalım: Ör:
• Berlin’i ikiye ayıran duvar yıkılana kadar yüzlerce insan can verdi…
• 1968 Prag’da Çekler, sadece, ‘Barış Ateşi’ yakarak özgürlük talep etselerdi, Çekoslovakya’ya da kolay kolay özgürlük gelmezdi…
• Vietnam’da da odun değil kendi kendilerini yaktılar…
• Cezayir’den – Güney Afrika’ya, Hindistan’dan – Bolivya’ya kadar amansız bir mücadelesi var insanlığın, özgürlük ve barış için…
• Doğudan Batı’ya – Kuzey’den – Güney’e, öyle kolay mı kazanıldı özgürlükler…
• Bildiriler, çatışmalar ve gösterilerle mi yıkıldı onca zulüm…
***
Şimdi ise, sözü Lefkoşa’ya veriyorum… Bakalım bize ne diyecek:
“Gözleriniz bir Cuma Pazarı
Öfkeniz Gölek Mahallesi
Sevdanız, Kuruçeşme
Acısu… Siz nereye…”
***
Sarayönü kalabalığı
Bir Çoronik Havası
Çal bubam çal…
Oyna bubam oyna… Eğer oynayabilirsen…
Her şey bir acı su, sen nereye…
***
Ve, benim son sözlerim: Onca yorgunluğa karşın yazmaktan vazgeçmeyi hiç düşünmedim: Bence mutluluk: İnsanın, toplumuna bir şey verdiğini hissetmesi ve ‘ben elimden geleni yaptım’ demesi…
***
“Su taşlara dokunduğunda
Bir kelebek çiçeğe uzandığında
Rüzgâr bir sarıçiçekle barıştığında
Ve martılar rüzgârla seviştiğinde
Kulak ver…
Dinle içindeki esintiyi
Duy sevgiyi…
Zamanı durdur, unut
Sıyrıl, tüm sınırlarından
Kendini dinle…
Tek sürdürülebilir kaynağın
SEVGİDİR… Unutma…
Sakın unutma… Sevgi ol… Umut ol…
----------------------------------------------------------------------------------
Önce Hayat Kirlenir…
Evet…
İnsani değerler yitirilince, ayaklar altına alınınca, önce ‘HAYAT’ kirlenir…
Pencere önündeki çiçek, sabahın serinine karışan taze ekmek kokusu, kırılan bir bebek gibi… Ağlayışı bir çocuğun, genç bedenlerin damarlarındaki yaşam coşkusu ve Ozanın yüreğinde tutuşturduğu dizeler kirlenir…
Kirlenir hüzün, umut, tutku ve çığlık…
İnsana dair, yaşama dair iyi olan ne varsa, bir çırpıda kirlenir…
Bir yerde okumuştum: “Karınca yakmak”, Latin Amerikalı Çocuklar arasında en eski bir oyundur… Buldukları bir karınca yuvasının başına üşüşürler ve sırayla birer birer kibrit çakarak, hedefledikleri karıncaları yakmaya koyulurlar…
“Ateşi ve ölümü oynarlar yani…”
***
Bir gün, bir başka çocuk gelir ve oyunlarına karışmaksızın onları ‘seyre’ durur…
Bir ayrı gözle bakınca, kaçamayacaklarını anlayan karıncaların ‘ateşe ve ölüme’ adeta – birbirlerine sarılarak- nasıl ikişer ikişer koştuklarını fark eder…
Ateşi ve ölümü oynayan arkadaşlarının yanında ateşi ve ölümü – dahası, yaşamın yok edilişini acıyla fark eder…
Ve şimdilerde… Sanki bizde de aynı acı oyun oynanıyor… Birileri, kibrit tutuşturuyor her birimizin ellerine… Karınca yuvalarını gösterip, “Bulduğunuz tüm karıncaları yakın” diyorlar…
Şiddete, yakıp yok etmeye alışıncaya, onlarsız yapamayıncaya dek bırakmayın elinizden ateşi…
Hep birlikte ateşi ve ölümü oynamaya alıştırılıyoruz… Duygularımızı, değer yargılarımızı, bizi insan kılan yanlarımızı yavaş yavaş köreltip… Kanıksamaya…
TOPLUMCA…
Toplumca bir kin, şiddet, nefret…
“Bir Çatışma Kültürü Batağının içine saplanıp kalmak üzereyiz…
Yıllar… Yıllar… Yıllardır… Üzerimize onca yükü yığdı siyasilerimiz. O ağır yükün altında bunaldık, yaşam gücümüz kesildi… Bir ağır yükü azaltmak, hafifletmek için onlar tek parmaklarını bile oynatmadılar…
Sonuçta, bıçak geldi, kemiğe dayandı…
Daha doğrusu kemiği de kesip gerçek ‘iliğe’ dayandı…
***
• Şimdi bizim o uysal o ‘sevecen, hatta edilgen’ diye tanımlanabilecek insanımız… Yavaş yavaş: “Bizi bu noktalara kadar kimler getirip dayattı… Yaşam gücümüzü, Kim - kimler ve ne hakla…” bu noktalara getirdi…
• “Biz yapmadık… Biz bir şey yapmadık!” diyenlere verilecek çok kısa bir yanıt vardır:
“Keşke, bir şeyler yapsaydınız!”
Yapsaydınız da yıllardır süregelen ve gün geçtikçe büyüyüp bütün toplumu yavaş yavaş yakıp kül noktasına taşımakta olan yangını söndürseydiniz…
İnsani değerler yitirilip, ayaklar altına alınınca önce hayatlar kirlenir…
Pencere önündeki çiçek… Sabahın serinine karışan taze ekmek kokusu… Kırılan bir bebek gibi ağlayışı bir çocuğun… Genç bedenlerin damarlarındaki yaşam coşkusu… Ve, ozanın yüreğinde tutuşturduğu dizeler kirlenir…
Kirlenir hüzün, umut, tutku ve çığlık…
İnsana dair, yaşama dair, iyi olan ne varsa bir çırpıda kirlenir…
Bizi yavaş yavaş getirmekte olduğunuz nokta bu…