Yeni Bir Başlangıcı ‘Düşün(ebil)mek – Eyle(yebil)mek’!
“Eylemsiz bir derin düşünce yaşamı kördür, derin düşüncesiz bir aktif yaşam ise boş.”
Byung-Chul Han.
Ne kadar heyecan ve dinamizm yaratır, bireysel/toplumsal ölçekte ne oranda ve nasıl karşılık bulur; yaklaşan seçimlerin ilk anda akla getirdiği/getireceği soru bu olsa gerek. Ekonomik, etik-politik her alanda tam bir dibe vurma/kriz halinin yaşanmakta olduğu göz önüne alındığında, bugün ve gelecek adına, böylesi derin bir olumsuzluk halinin yol açabileceği iki sonu hatırlamakta yarar var: bir, tamamen tükenmek; iki, yeniden ayağa kalkmaya vesile olabilecek bir başlangıca adım atmak. Tam bu noktada, hanidir -evrensel ölçekte de karşılığı olan - siyasete duyulan ilgisizlik/güvensizlik ve bunun yarattığı “beyhudelik hissi”nin (bunun bizdeki karşılığı kim gelirse gelsin hiçbir şeyin değişmeyeceği inancıdır) devam ediyor olması, umudu değil karamsarlığı öne çıkarıyor olsa da, nihayetinde değiştirme gücünü içkin bir mahiyeti de olan seçim arifesinde -ölü toprağını ne kadar kımıldatır bilinmez- şu soru önem arz etmektedir: Yeni bir başlangıç mümkün olabilir mi?
Bireysel olandan toplumsal olana, ‘başlangıçlar’ın gizemli ve de çekici bir yanı vardır. Sebep buna, her başlangıcın nihayete erdiği varsayılan bir sürecin sonunu ve sonrasını işaret etmesi ve de potansiyel olarak, eksik kalanı tamamlamaktan, yanlışları düzeltmeye, kusursuz olanı gerçekleştirme iddialarına varana kadar vb., en azından bu ihtimalleri içkin, bir yanının olmasıdır. Yine her başlangıcın aynı zamanda ‘yeni’ olma iddiası taşıması ve tam da bu nedenle zorlu bir süreci ima etmesi de -zorlu çünkü ‘eski’yi ortadan kaldırma, en azından dönüştürme gibi bir hedefi vardır ve burada dirençle karşılaşması kaçınılmaz olacağı gibi, aynı anda fedakârlık, feragat ve cesareti gereksineceği de aşikârdır- bu yüzdendir. (Şüphesiz bütün ‘başlangıçlar’ı olumlamak mümkün değildir, kimileyin bir ‘başlangıç’ ‘yeni’ bir felaketin adımı da olabilir)
“Nedir başlangıç?” sorusundan yola çıkarak, bu sorunu ‘edebiyat’ düzleminde dillendiren Edward Said “Başlangıçlar: Niyet ve Yöntem” (Metis Yayınları) başlıklı özgün ve de kapsamlı çalışmasında “başlangıç diye adlandırmamızı mümkün kılan koşullar nelerdir” sorusuna yanıt ararken öncelikle “ kişinin kendisini tersine çevirme ve bu suretle kopuş ve süreksizlik riskini göze alma arzusu’na, isteğine ve gerçek özgürlüğüne sahip olması gerekir; zira kişi ister nerede ve ne zaman başladığını görmek için ister şimdi başlamak için baksın, yoluna eskiden neyse o olarak devam edemez” karşılığını verir ve bunun zorlu bir çabayı gereksindiğini de “çok fazla eski alışkanlık, bağlılık ve baskı yerleşik bir girişimin yerine yeni bir girişimin konmasına ket vurur” tespitiyle açıklar. Bu bağlamda yine ‘başlangıçlar’a dair yaptığı bir başka önemli tespit ise burada sadece pratik/pragmatik bir eylemin değil aynı zamanda üretken bir bilinç halinin gerekli olduğudur. Said gibi ifade edecek olursak “başlangıç yalnızca bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir çalışma şekli, bir tavır, bir bilinçtir”
Said’in bu tespiti, siyasal-toplumsal düzlemde, özellikle derin krizlerin, sürdürülemez durumların yaşandığı kritik dönemeçlerde -tam şimdi olduğu gibi- buna verilecek tepkinin göz ardı edilemeyecek bir biçimini ortaya koymak bakımından olduğu kadar; buradan hareketle yaşanan süreci “tersine çevirme”yi, bu “riski göze almayı” ve gerekli tavrı pratik olarak sergilemek ve bilinç olarak inşa etmek, içselleştirmek, bu bağlamda bireysel/toplumsal ve de siyasal bir zorunluluğu işaret ediyor olmak bakımından da önem arz etmektedir. Yine tam da burada ‘başlangıçlar’ın toplumsal/siyasal yaşamdaki karşılığının, ‘eski’nin (burada eski her alanda dibe vuran siyasal yapı ve zihniyettir) karşısında ‘yeni’yi inşa etmeye aday kesimlerin, bir başka ifadeyle eskinin mağdurlarının, tümünü kucaklayacak genişliği (çokluğu) haiz olması, üretilecek seçeneğin bu genişlikte (çoklukta) kabul görmesi zorunluluğu da, bir diğer önemli husus olarak öne çıkmaktadır. Böyle olduğu içindir ki içinde bulunduğumuz kritik aşamada, kerameti kendiyle sınırlı ideolojik bağnazlıklara, duyguları tahrik etmekten öteye anlamı olmayan retorik ve söylem şehvetine, hamasete, ucuz kahramanlıklara, anlık tepkilerle sınırlı davranış biçimlerine prim vermemek; aksine, potansiyel olarak ‘eski’yi değiştirme/dönüştürme gücü olan çokluğu ayrıştırmayı değil, ortak paydada buluşturacak, kabul görecek tavırları ve bunun zihinsel arka planını inşa etmek esas olmalıdır. Miadını çoktan doldurmuş kokuşmuş düzene karşı talep edilir seçenek üretecek, yaşanabilir başka bir hayatı ve ülkeyi gerçek kılabilecek siyasal/toplumsal pratiğin/aklın ve de entelektüel aklın buluşması gereken yer de, umutların tükendiği hâkim ‘beyhudelik hissi’nin aşılacağı yer de işte burasıdır.
Bu bağlamda ‘başlangıçlar’ yeni bir heyecandır, zor koşulların ve bunların yarattığı ihtiyaçlara yönelik yeni ve de özgün açılımların sergilenmesi için fırsattır; ancak şu da vardır ki bu aynı zamanda, kolaycılığı kaldırmayan bir o kadar da zorlu ve zahmetli bir süreçtir. Bu serüvende yürünecek yolda, öncelikle kopmak/dönüştürülmek istenen ‘eski’, omuzlarda ve zihinlerde ağır bir yüktür ve her adımda ayağa takılan bir engeldir. Yetmez, üstüne “tarihi fetişist bir biçimde yücelten milliyetçi tarih tasavvurlarının” ve de milliyetçi siyasetlerin yol açtığı, sürekli köpürtülerek yeniden üretilen kronik bir sorun (Kıbrıs Sorunu) devam edegelirken, buna bağlı olarak uluslararası sistem tarafından dışlanmışlık, kirli siyaset ve ardı sıra vesayetin onur kırıcı tutsaklığı bir kader halini almıştır. Ve nihayet zembereği boşalmışçasına seyreden ve denetimden çıkan ekonomi canavarının gün güne daha tahammül edilmez hali, bu dehşet tablosunu dibe vurmanın tamamlanmış resmi olarak açığa çıkarmıştır.
Seçime işte böylesi bir tablo ile girilmekte ve bu da, eğer topyekün bir tükenişe razı olunmayacaksa, ‘yeni bir başlangıcı” zorunlu kılmaktadır. Bu aşamada ‘başka bir siyaset’, ‘başka bir hayat’ ve de ‘başka bir dünya’ iddiasında olan Sol için ayrı bir parantez açmanın, burada alması gereken pratik/ideolojik tavır hakkında konuşmanın, bunun üzerine düşünmenin bir zorunluluk olduğu da aşikârdır. Şudur: İçinde yaşanılan bu dinamik süreci, sıkıntıları yanında içkin olduğu ihtimaller ve buradan doğan ihtiyaçları karşılamak bakımından çözümlemek ve talep edilir/kabul edilebilir seçenekler ortaya koymak Solun hiçbir gerekçeyle göz ardı edemeyeceği, bigâne kalamayacağı bir durumdur. Bu da solun bu sürece etkin bir unsur olarak dahlini gerektirmektedir. Tam da bu noktada, Marksizmin, bir dogma olarak benimsenmek yerine, kendi içinde eksikliklerini/yanlışlarını aşacak, ‘teorik-pratik’ doğurganlığı/üretkenliği içkin dinamiğini yakalamayı sağlayacak tarihsel serüvenini hatırlamakta, bu tuzağa yakalanmamak adına, yarar vardır. Matt Perry “Marksizm ve Tarih” (İletişim Yayınları) kitabında bu serüvenin aşamalarını özetle şu şekilde ortaya koymaktadır. 19. yüzyıl ortalarında Marksizm ve ‘birinci kuşak’ Marksistler (Marks ve Engels) “Avrupa’da imparatorlukların hüküm sürdüğü bir dünyada uzun fabrika bacalarının ve demiryolu kapitalizminin görülmeye değer gelişimine tanık” olurlarken; iki Dünya Savaşı’na, Bolşevik Devrimi’ne ve 1930 Ekonomik Buhranı’na tanık olan ‘ikinci kuşak’ Marksistler daha farklı bir dünya ve onun değişen ekonomik-toplumsal koşullarıyla yüzleşmişlerdir. Keza Soğuk Savaş dönemiyle başlayan, iki kutupluluğun ortaya çıktığı, ekonomik patlamanın, 60’lı yıllar radikalizmin yaşandığı ve ardı sıra 80’li yıllar çalkantısının açığa çıktığı günlere kadar ulaşan dönemde artık ‘üçüncü kuşak’ Marksistler söz konusudur ve burada yeni dönem koşullarının Marksizm’e yansımaları gözlemlenmektedir. Ve nihayet yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan büyük altüst oluşlardan sonra Marksizm artık çok daha farklı bir dönemin koşullarıyla yüzleşmek durumundadır. Bir başka ifadeyle şimdi sırada ‘dördüncü kuşak’ Marksistler vardır ve bir bakıma Marksizm değişen koşullar, ihtiyaçlar ve talepler doğrultusunda yeniden yazılmak, yeni bir düşünce-hareket olarak ayağa kalkmak zorunda kalacaktır.
Ne kendi başına ‘seçim’, ne de ’yeni bir başlangıç’ bir mucizeyi gerçekleştirmeye muktedirdir. Burada gereken bireysel/toplumsal sorumluluğu yerine getirmek, ‘dibe vurma’ halinden çıkmak adına zorlu bir sürecin sadece ilk adımı olacaktır. Sonrasını belirleyecek olan ise bu süreci geri düşürmeyecek olan niceliksel ve niteliksel yoğunluğudur..