Yeni Nesil Şükrancılar
Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz ve TL’nin her geçen gün döviz karşısında değer kaybetmesinin yaşattığı yıkım, kuzeyle olan göbek bağı nedeniyle bizi de derinden etkiliyor. Başta hükümet olmak üzere, birçok kesim bunun atlatılabilmesi adına çözüm reçeteleri sunuyor. Alınan tedbirler, ezberlenmiş bir şekilde kurulan “elimizi taşın altına koymalıyız”, “hepimiz aynı gemideyiz” cümleleri ile toplumun zihninde olumlu hâle getirilmeye çalışılıyor. Zaman zaman sendikaların karşı çıkışları yaşansa da orta yol bulunup kısa süreli ilerlemeler sağlanıyor. Ama görülen o ki, Meclis - Sen’in süresiz grev başlatması ve Sendikal Platformun 6 Eylül’de gerçekleşmesi planlanan eylemi, suların yeniden dalgalanacağına işaret ediyor. Peki toplum, meselenin neresinde duruyor? Sanırım özellikle örgütlü kesimlerin cevaplaması gereken en önemli soru bu.
Kıbrıs Türk toplumunun sokak mücadelesindeki varlığı, uzun bir zamandan beri erozyona uğruyor. Bunun birçok sebebi var. Haddim olmadığı için, bilimsel nedenleri burada sıralamam mümkün değil. En azından gözlemleyebildiklerimi dile getirebilirim. Toplumsal hareketler, belli stratejiler ile adım attıkları takdirde sonuç elde edebilirler. Bir süredir, belli bir plan dâhilinde hareket eden muhalefetten bahsetmek mümkün değil. Ayrıca yürüdüğünüz yolun sonunda, sürekli olarak amacınıza ulaşmanın başkasının onayına bağlı olduğu gerçeği ile yüzleşirseniz, bir yerden sonra “sin da gulle geçsin” mantığı ideallerinizin önüne geçer. Bir toplumun zihniyeti de aslında bu doğrultuda şekillenir. Fakat inancı diri tutmak ve yürünecek yola paralel çıkışlar inşa etmek mümkündür. Ama son zamanlarda, sözü edilen alanları yaratacak iradeyi kuracak mekanizmaların (özellikle kendini solda tanımlayan siyasi partilerin bir kısmının) kafası karışıktır.
Merkez sol için KKTC’de hükümet olmak ve bunu sürdürebilmek, kendi içinde bir hedef hâline gelmiştir. İktidar, kuzey Kıbrıs’ın her türlü çürümüşlüğünü çözme kudretine haiz olma ile birlikte anılır olmuştur. Tabi ki bir siyasi partinin hedeflerini gerçekleştirmek için devletin yönetimine talip olması gerekir. Zaten temsili demokrasinin doğasında da bu vardır. Fakat bizdeki mevzu, çok daha farklıdır. İyi niyetli bir şekilde toplumun geleceğini düşünen ve bu doğrultuda adım atma arzusunda olanlar vardır. Ama bunun dışında, kendisini babasına kanıtlamaya çalışan çocuğun telaşı hâkimdir. Onaylanma ve varlığını ortaya koyma aracı olarak KKTC’de yönetime talip olma, en basit tanımıyla saflıktır. Çünkü talimatların yerine getirilmediği durumlarda, hükümetlerin akıbetinin ne olduğu ortadadır. Bu gerçeği çok iyi bilen yeni nesil şükrancılar da ortamı boş bırakmamakta, çeşitli kollardan ağlarını örmeye devam etmektedir. Kendilerini eski şükrancılardan ayırmamın sebebi, yekpare bir yapıda olmamalarıdır.
İster komplo teorisi ister paranoya deyin, uzaktan takip ettiğim siyaset sahnesi içinde ilginç birliktelikler olduğunu fark ettim. İçerisinde kendini sol, demokrat, sağ, milliyetçi ve sermayedar olarak tanımlayanlar var. Eskiler daha iyi bilecektir. Bu gibi ortaklıklar önceleri de yaşanmakta ve deşifre olmaktaydı. Günümüzdeki tabloyu ele aldığımızda, belli özellikler göze çarpar. Genellikle “gerçekçi olma” ve bu yönde akıl yönetme konusunda takıntıları vardır. O kadar “bilgedirler” ki, karşılarında duran her sözü, statükonun da yardımı ile anlamsızlaştırırlar. Belki de bu sebepten ötürü her türlü ortamın içinde kolayca varlık gösterebilirler. Mesela kendi gündemlerinde “Türkiye karşıtlığı” ile mücadele etmek vardır. Açıkçası bunun ne anlama geldiğini bir türlü kavrayamadım. Kimdir Türkiye karşıtı? Neler yapar? Altı doldurulabilen bir tanım mıdır? Bilmiyorum. Her ne hikmetse emekten, demokrasiden, varoluştan yana söylenen her türlü muhalif söz, bununla boğulmaya çalışılır. Hatta zaman zaman alaya alınır. Ne de olsa bu gibi hassasiyetler “bir çocukluk hastalığıdır”, değil mi? Biz kocaman “adamlar” olarak daha büyük ve “gerçek” işlerle uğraşmamız gerekir.
Mücadele alanında yaşanan zayıflık, tabi ki sadece bundan kaynaklanmaz. Ama ürettikleri dil, kurtarıcı olarak tanımladıkları Türkiye Devleti’ni yönetenlerin bile bu kadar meşru görmediği bağımlılığın, azalması yerine güçlenmesine hizmet eder. Sapla saman da birbirine karışmış durumdadır. Özellikle yoksulluğu arttıran dönemlerde daha da kabul gören ve “gerçekçi” diye tanımlanan bu bakış açısı, dünyanın pek çok ülkesinde kriz dönemlerinde kendini ortaya koyar. Uluslararası tanınırlığı olan ülkelerde yaşanan ekonomik kriz dönemlerinde nasıl ki yoksulların sırtındaki sömürü meşru kabul edilirse, bizde de Türkiye’ye muhtaç olduğumuz ve Türkiye devleti olmazsa bu krizden çıkamayacağımız pekiştiriliyor. Zaten yıllardır ayağa kalkamamamızın temel nedeni de bu bağımlılık değil midir? O yüzden her zamankinden daha dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü bu algının yerleştiği her bir gün, bataklıktan çıkmak için kullanacağımız gücün yitirilmesine hizmet edecektir. Yeni nesil şükrancıların da başat görevi budur.
Şükran ve kabulleniş yıllar içinde içimize sinmiş olabilir. Ama yeri geldiğinde, buna karşı çıkabileceğimizi de toplum olarak gösterdiğimizi biliyorum. Belki de işe, içimizdeki iktidar olma tutkusunu sorgulamakla başlayabiliriz. Sizce KKTC’de iktidara gelmek mümkün mü? Yoksa bu, “gerçekçilerin” yarattığı bir illüzyon mu?