1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Yeni Şafak Solarken
Yeni Şafak Solarken

Yeni Şafak Solarken

Locarno Film Festivali’nden sonra 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışan Yeni Şafak Solarken filmi senaristi-yönetmeni Gürcan Keltek ile bu özel filmini konuştuk.

A+A-

“Belgesel olarak hazırladığım proje sonra kendiliğinden bir kurmaca filme dönüştü”

Belgeselcilikten büyük bir kurmaca yapıma geçme süreci nasıl gelişti? Belgeselci düşünce ile kurmaca çekme kafası arasında sizin için bir fark oluştu mu?
Gürcan Keltek: Aslında yapısal olarak hiçbir fark yok. Benim belgesellerim de çok belgesel belgesel olmadıkları için çok da farklılaşmalar ortaya çıkmadı. Ben projeyi bir belgesel olarak hazırlıyordum. Fakat sonradan bu kendiliğinden bir kurmaca filme dönüştü. Yapmak istediğim işte bir oyuncunun üst bakışına ihtiyaç vardı. Bir de gerçeklerden çok sıkılmıştım.

 

“Çok iyi bir belgesel kültünün peşinden koşuyorsunuz. Orada önünüze bir sürü engeller çıkıyor ve kendinizi özgür hissedemiyorsunuz”

Gerçeklerden sıkılmanın Türkiye’de yaşamak ile bağlantısını olduğunu da düşünüyorum.
Evet. Bağlantısı var çünkü bazen çok iyi bir belgesel kültünün peşinden koşuyorsunuz. Orada önünüze bir sürü engeller çıkıyor ve kendinizi özgür hissedemiyorsunuz. Belgesel daha bir mayınlı bölge gibidir. Kurmaca bir filmi finanse edip edemeyeceğimi, oyuncularla çalışıp çalışamayacağımı da öğrenme süreçlerimle birlikte yeni alanlar açtım ve deneysel takıldım. Hikaye kendi kendini kurmacaya çevirdi. O yüzden bilinçli bir kurmaca film yapıyorum duygusundan çok akışta da olan bir süreç oldu. Anlatmak istediğim şey çok soyut bir alanda olduğu için bunu dramaturjisi olan bir alanda anlatmanın daha uygun olacağını düşündüm. Bir de filmin saykodelik ve bazı gerçeküstü tonları olan bir hikayesi var. Bu da kurmacanın alanına giriyor ama belgesel gibi de çektik yani.

 

“Senaryoda da bilinen konvansiyonel bir yol izlemedik”

Gerçekten bazı fotoğraflar, kareler, görüntüler bir belgeselci gözüyle de film haline gelmiş hissi yaratıyor. Seyirci bu karelerin ve görüntülerin peşinde kaybolup gidiyor. Sizin sinemanızı bilmeyen birisi bu filmi izlese rahatlıkla tarihi, kültürel bir İstanbul yolculuğu olarak da algılayabilir.
Karakterin İstanbul gibi katmanlı bir şehirde nasıl hissettiği benim için çok önemliydi. İlahi yapıların, dini yapıların bulunduğu mimari yapıların bulunduğu bir şehir gerekiyordu ve insanların gerçek tepkilerini görmek istedim, otantik görünmelerini istedim. Belgesel geçmişi de olan önemli görüntü yönetmenimiz Peter Zeitlinger ile çok iyi bir iş çıkardık. Senaryoda da bilinen konvansiyonel bir yol izlemedik.

 

“Seyirciye özellikle spekülasyon yapma alanı bırakmak istedim. Her şeyi açıklayan bir film seyirciye hareket alanı bırakmaz ”

Senaryoyu da konuşmanın zamanı geldi o halde. Akademik tez bile yazılabilecek derinlikte ve farklı konuları bir kap içinde başarıyla birleştiren bir senaryosu olduğunu düşünüyorum. Kalkedon, Mitraizm, İstanbul’un manevi-kültürel hafızası, psikoatak vakası, grandiyoz hissiyatı, arafta kalmak, İstanbula göç eden parçalanmış bir aile gibi konuları barındıran bir senaryo var karşımızda. Önce hangi düşünce vardı kafanızda ve bu süreç nasıl ilerledi?
Senaryoda ilk var olan karakterin şehirdeki belli mimari mekanlara girdikçe duygusal olarak bir nevi tetiklenmesiydi. Şehrin hafızası bizim için çok önemliydi. İstanbul’un çok katmanlı, tektonik geçmişi bize gerekliydi ve o anlamda mimarinin çok iyi işlendiğini düşünüyorum. Aslında film kendini çok açıklayan bir yapıda değil. Seyirciye özellikle spekülasyon yapma alanı bırakmak istedim. Sinemada bazen bir şeyleri biraz daha az bilsek yeterli olabiliyor. Herşeyi açıklayan bir film seyirciye hareket alanı bırakmaz.

foto-1-ic.jpg

“Karakterle ilgili önemli olan teşhisin ne olduğu değil de neyi hissettiği, karakterin duyularıyla şehirde neyi gördüğüydü”

“Film herhangi bir teşhis ve/veya tanı koymuyor” diyorsunuz zaten.
Evet. Teşhis veya tanı koymadık. Çünkü karakterle ilgili önemli olan teşhisin ne olduğu değil de neyi hissettiği, karakterin duyularıyla şehirde neyi gördüğü, kendi hayatıyla ilgili neyi hissettiğiydi.

 

“Film İstanbul’un pagan geçmişiyle de bir ilişki kuruyor”

Mitraizm senaryoya girdiğinde film başka bir boyut da kazanıyor. Mistisizm, pagan gelenekler vs.
Film İstanbul’un Bizans’tan da geçmişe giden inanılmaz geniş bir zaman aralığını kapsıyor. Film İstanbul’un pagan geçmişiyle de bir ilişki kuruyor. Filmi finalini gerçek Kalkedon’un bulunduğu arkeolojik kentin bulunduğu yerde çektik. Film karakterin mental çözülme süreciyle de, şehrin hafızası ile de ilgili, neye dönüştüğüyle de ilgilidir.
Karakter filmde bir oyuncu gibi değil de araç gibi, bir katalizör gibi yer alıyor. Karakter ev içerisinde durmak istemiyor ve sürekli kendini dışarılara atıyor. Tarihi yarımadaya çok yakın bir yerde yaşıyor ve orası mekânsal olarak çok uygundu. Pagan geçmişinden Roma’ya, ta Müslümanların İstanbul’a gelmesinden ve imparatorlukla orayı başka bir medeniyete gelmesine kadar olanı mimaride görebiliyorsunuz. Bu filmi başka bir şehirde çekemezdim.

 

“Karakter zihninde kendince fantezi dolu bir koza örüyordu ve seyirciyi onun zihnindeki fantaziye, “yalan”ın içine soktuk ”

Filminizde İstanbul’a başka bir boyuttan baktığınızı görüyoruz ve bu da beni çok etkiledi.
Çok mutlu oldum. Ben bu filmi hazırlarken başka bir film fikri üzerine de çalışıyordum. İstanbul’daki Müslümanlık öncesi ve sonrası tarikatlar ve inanç sistemleri üzerine okumalarım var. Bir kısım modernist bilim insanının bir araya gelerek 1930’lardaki başlattığı Ruhçuluk akımı üzerine araştırmalar yapıyordum. Sonrası bu iki fikri birbirine çarpıştırdım. Gerçeklerle baş edebilmek için karakter kendi mental durumuyla ilgili zihninde kendince fantezi dolu bir koza örüyordu ve seyirciyi onun zihnindeki fantaziye, “yalan”ın içine soktuk. Film bir rüyanın içinde bitiyor. Mitraizm gibi, birtakım inanç sistemleri filmde yer alıyor ama kendini çok açıklamıyor.

foto-3-134.jpg

“İstanbul herkesin evi oluyor, ayrıca nevrotik bir şehir”

Herkesin kafasında bir İstanbul vardır ya. İstanbul öyle kadim bir şehir ki sayısını bilemediğimiz kadar fazla insanın gelip geçtiği, doğup göçtüğü bir coğrafya özelliği taşıyor.
İstanbul herkesin evi oluyor. İstanbul ayrıca nevrotik bir şehir. Ben İzmirli olduğum için İstanbul’da üniversite eğitimi sonrasında işlemek için bulundum ve sonra İstanbul’dan ayrıldım. Hiçbir zaman İstanbul’u o aidiyet içinde hissetmedim. Aslında İstanbul’un hayatıyla hem hal olmuş herkes oralı oluyor. Otantik İstanbullular var ama nereden itibaren doğma büyüme? Ben de bir Balkan aileden geliyorum ve onlar da Arnavutluk’tan göç ettiler. Ben de İstanbul’da yaşadım.

 

“İnsanların İstanbul ile kurdukları kök ilişkisi üzerine de film bir şeyler söylüyor ”

Filmde özellikle o Balkan kökleri vermek ve onların İstanbulla çarpışmasını göstermek istediğini görüyorum.
Senin de söylediğin gibi insanların İstanbulla kurdukları kök ilişkisi üzerine de film bir şeyler söylüyor. Kökleri İstanbulda olmayan, savaştan kaçarak göç ettikleri bir yer olan İstanbul’da çoğunlukla olduğu gibi bu göçmen ailenin (Balkan Savaşı sırasında İstanbula göç ediyorlar) de öteki olduğunu gösteriyoruz. Hala daha İstanbul’da kendi akrabalarıyla, memleketlileriyle iletişim halindeler. Baba travması olan bir aile olduğu için o köksüzlük kavramını ve ailenin geçmişini hep evin içinde tutma hissini de veriyoruz.  

Körlerin ülkesi Kalkedonya ile Zeus’un Byzas’a “Körler ülkesinin karşısında kurmalısınız” dediği Byzantum. Kuşların ve diğer varlıkların ülkesi Kalkedonya ile İstanbul’un kuruluş efsanelerinin birleştiği filmde ana karakter tam da fragmandaki gibi Galata köprüsü üzerinde durarak bu Arafta kalma hissiyatını seyirciye yansıtıyor.
Fragmandaki o görüntüler filmin içerisinde yoktur. O duygusal ve fiziksel olarak arada olma, arafta olma, küçük ve büyük köprüler ile aktarılıyor. Filmle ilgili çok şey söylüyor.

Psikoatak geçiren, grandiyoz hissi de olan bir karakter ile böylesi geçişleri ve başka boyutlarla teması(gidiş-geliş) yaratmayı çok iyi sağlıyorsunuz.
Bu atağın fiziki bir karşılığı da var. Bu psikoatakta beyin kimyası da birkaç güne yayılan farklı bir sisteme giriyor ve film de bu birkaç günde geçiyor.  Karakter filmin neredeyse tümünde neyi hissettiğinden, neyi gördüğünden bahsetmiyor. Filmin ikinci yarısında filmi onun gözünden görmeye başlıyoruz. Biz filme hazırlanırken bu mental durumu kendi tarzımızda anlatmak hedefiyle yola çıktık.

 

“Bu film karakterin yaşadığı bir boşluğun filmi zaten”

Karakterin bir boşluk içinde olma hali (köksüz, aidiyeti kaybetmiş vs. ) de var ve bu müthiş planlarla bize gösteriliyor.
Bu film o boşluğun filmi zaten. Belki de çok soyut bir yerden o boşluğun filmini çektik. Onun yakalandığı durumun sosyal sonuçları var. Sizi hayatta kuşatan normal dediğimiz tüm elementleri kaybediyorsunuz ve yalnızlaşıyorsunuz. Ailenin size bakıp farklı hissettiği bir hale geliyorsunuz. Bu yetişkinler için çok büyük bir duvara toslama yaratıyor. Ancak aile bu durumla baş edebiliyor. Benim için filmde seyirciye geçmiş hayatında daha “normal” sosyal ilişkileri olan bir kız arkadaşı olduğunu, bir mesleği, bir sosyal çevresi olduğunu ama bütün o rezaletler yaşanmış bitmiş ve artık görüşecek kimsesi kalmamış bir noktadan filmin başlamasını istedim.

fragman.jpg

“Hayattaki sert şeylerle baş edebilmek için Akın kendine bir inanç sistemi arıyor”

Film bu açıdan bir arayış filmi de değil mi? Karakter kendine göre doğru bir yön arıyor.

Karakter başına gelenleri anlamlandırmaya çalıştığı için kendine ezoterik veya uhrevi bir sebep arıyor. Hayattaki sert şeylerle baş edebilmek için kendine bir inanç sistemi arıyor.

 

“Eğer başınıza gelen şeyi bir inanç üzerinden tanımlayabilirseniz hayat daha sürdürülebilir oluyor. Bu film din filmi değil, dine sığınan bir karakterin filmi”

İnsan-mekan-din ilişkisi bu filmde birbirine geçmiş bir şekilde akıyor. “İnanca dönmek dirayeti güçlendiriyor” söyleminiz etrafında da bu konuyu biraz konuşmak isterim.
Bunu bir yönetmen olarak başkalarında da gördüm ve çok da insani buluyorum. Mental bir çözülme yaşıyorsanız bu sizi en çok maneviyatınız üzerinde görülür. İsterseniz agnostik olun, isterseniz Müslüman veya Hristiyan olun çözülme sizi inanç ve imanla ilgili bir noktanızdan vuruyor. Eğer başınıza gelen şeyi bir inanç üzerinden tanımlayabilirseniz hayat daha sürdürülebilir oluyor. Bu film din filmi değil, dine sığınan bir karakterin filmi.

 

“Hikayede insanlar kendi kişisel tarihi, serüveni, ailelerindeki şeylerle ilişkilendirsinler istedim”

“Olmayan bir sistemi yaratmaya çalışıyoruz” derken hangi açıdan konuya yaklaşıyorsunuz? “Kendi deliliğimizin filmini çektik” söyleminizin de bunla bağlantılı söylendiğini düşünüyorum.
Ben hikayede insanlar kendi kişisel tarihleriyle, serüvenleriyle, ailelerindeki şeylerle ilişkilendirsinler istedim. Bu filme hazırlanırken bu tür durumların her sülalede ya birilerinin yaşadığı ya da tanıklık etiğini gözlemledim. Kendini çok açıklamayan bir film olsun istedik. Seyirci kendi kafasıyla kendi kişisel tarihiyle buluşsun istedik.

 

“İstanbul o tektonik mimarisi, üst üste yaşamı içinde sürekli organik bir şekilde değişiyor dönüşüyor. O yüzden nevrotik bir şehir de aynı zamanda”

Bu filmi izlerken veya sonrasında bir İstanbullu bile şehre başka bir kafayla veya duyguyla bakabilir. O kadar güçlü bir anlatım gördüm ben filmde. Sizin de İstanbul’un geldiği halle ilgili eleştirileriniz var.
Eğer o duygusal etkiyi bırakabilirse ne mutlu bana. Benim de artık İzmirde yaşadığım için İstanbul’a uzaktan baktığımı söyleyebilirim. Benim 90’larda yaşadığım İstanbul kesinlikle değil hatta biz bu filmi çektiğimizden seyirciyle buluştuğumuz şu günlere çok değişiklikler oldu. O yüzden İstanbul için tektonik tanımını kullandım. İstanbul o tektonik mimarisi, üst üste yaşamı içinde sürekli organik bir şekilde değişiyor dönüşüyor. O yüzden nevrotik bir şehir de aynı zamanda.

 

“İstanbulun maneviyatı ve mimarisi üzerinden anlattığımız grandiyöz karakterin grandiyözüdür ”

İşte ben de bu nevrotik, tektonik şehirde kökleri çok derinlere inen mekanların içinde ve çevresinde dolaşmanızı çok anlamlı buluyorum.
Oraları çok uhrevi yerler, görkemli ve epik yapılar olduğu için seçtim. Karakter de bir şekilde grandiyöz hissettiği için onunla İstanbul’un grandiyözünü mimari olarak birleştirmek istedim. Bu durumda oraların da konuştuğunu ve seyirciyle iletişim kurduğunu düşünüyorum.   İstanbulun maneviyatı ve mimarisi üzerinden anlattığımız grandiyöz karakterin grandiyözüdür. O anlamda karakterin bütün iç dünyasını da yansıtıyor.

Kendi deliliğinizin filmini çektiğinizi söylerken yönetmen olarak nasıl bir ruh hali ile çekimleri yaptınız?
Temel olarak her zamanki gibi bir çekim süreci oldu. Bütün filmlerimi içgüdüsel olarak çektiğim için çalışma sistemi ve duygu olarak diğerleriyle bir farklılık yok ama ben de çok uzun yıllar yaşadığım şehre oturup başka bir gözle baktım. İstanbul normal bir çekim programı yahut dramatik bir şey çekmek için uygun bir şehir değildir. Siz şehre ayak uydurmak zorundasınız.

 

“Filmin bir müzik kitabı gibi, edebiyat eseri gibi ilerlemesini istedim”

Filmin bölümlere ayrılması seyircinin daha iyi anlaması için mi yapıldı yoksa sizin anlatım şeklinize katkısı olsun diye midir?
Filmin bir müzik kitabı gibi, edebiyat eseri gibi ilerlemesini istedim. Karakter kendini filmde çok anlatmıyor. Konuşma yok, iç ses yok. O bölümler bir daha sonraki bölümün tonunu kurması için yapıldı. Ayrıca bir de yabancılaştırma efektiydi. Her bölüm ismi o karakterin hayatına veya dramaturjiye yönelik bir şeyler söylüyordu. Meteorlarda da bölümlü yapıyı kullanmıştım ve çok iyi işlediğini düşünüyorum.

Filmin ismi ilk baştan itibaren “Yeni Şafak Solarken” miydi?
Evet. Joy Division’un bir şarkısından aldığımız isim en baştan itibaren bizim tercihimizdi.

 

“Bu film sinemadan ilham aldığım bir film olmadı ”

Farklı disiplinlerden beslenen ve sinematik bir çıktıyla seyircilere sunulan bir sanat eseri var karşımızda. Nasıl işledi bu beslenme biçimleri?
Hepimizin yaptığı işlerde ilham aldığımız disiplinler kendi alanımızla alakasız olabiliyor. Bu film sinemadan ilham aldığım bir film olmadı. Filmin isminin Joy Division’un bir şarkısından gelmesi gibi. Edebiyat, müzik, fotoğraf gibi. Edebiyatçılardan alıntılar da kullandım (Murathan Mungan gibi). Edebi bir karakter olan Akın trajik bir novella karakteri gibidir filmde. Şiirsel bir tarafı da var. Bunlar hayatın içerisinden gelen şeyler.

 

“Güncel siyasetle ilişkisi olan bir film yapmadık ”

Filmin dini konulara da temas etmesi hasebiyle Türkiye yolculuğunun nasıl geçeceğini tahayyül ediyorsunuz? Farklı filmlere farklı tepkilerin verildiği ve bunların çeşitli troller vasıtasıyla çeşitli algılar yaratarak bir mahalle baskısına hatta toplum dışına itmeye kadar giden bir noktaya da gelebildiği bir ülke oldu Türkiye maalesef.
Tabi ki filmi çekerken ticari olsun, çok izlensin, filmden para yapayım gibi hayallerin peşinde koşmuyorum. Ben hayatımın büyük çoğunluğunu piyasaya para karşılığı yönetmenlik yaparak geçirdim. Ticaretin o çarklarını biliyorum ve bundan uzak bir yaklaşımla film yapmak istiyorum. Ben bu ayırımlara inanan birisi de değilim. Sonuçta filmi vizyona koyacağız ama gelecekte de ticari bir film yapıyor olsam da gişe filmi yapıyoruz demezdim herhalde.
Bu farklı okumalar sorunuzun cevabını hep birlikte göreceğiz ama şimdiye kadar aldığım tepkilerde hep istediğim yerden okunduğunu gördüm. Son dönemin hakim siyasal iklimi ve siyasal islam geleneğinden gelen bir yönetim şekli ile yönetiliyor olmamız gerçeği de ortadayken o argümanlarla filme yaklaşılmadığını gördüm. Bu beni çok mutlu etti. Güncel siyasetle ilişkisi olan bir film yapmadık.

Kültür Bakanlığı’na başvuru yapmayarak kendi özgür yürüyüşünüzü gerçekleştirdiğinizi söyleyebilir miyiz? 5 ülke ortak yapımı bir film var sonuçta karşımızda.
Onu yapmadık ama Eurimage başvurusu sürecinde delegeler arasında Türkiye’nin temsilcisi de vardı ve olumlu yaklaşımları oldu. Biz Bakanlığa başvurursak ret alırız gibi bir düşüncemiz hiç olmadı ama çekim tarihlerinin son zaman limitleri yetmediği için başvurmadık. Tamamen zamansal bir durum yani. Biz filmin çekim takvimini Avrupa’ya göre almak zorundaydık ve öyle yaptık. Başvursaydık aslında sonucu görmek ilginç olabilirdi.

 

“Filmin güncel siyasetin siyah-beyaz ayırımı içinde okunmasını hiç istemem. ”

Zaten filmin maneviyat boyutunun bugünkü siyasal İslam hatta tüm dini inanışlar üzerinde bir üst bakışla yansıtıldığını görüyoruz.
Karakterin inanç sistemleriyle kurduğu ilişkiyi güncel siyasete kitlemek filme çok zarar verirdi. Filme zarar verecek bir şeye ben yönetmen olarak girmem. Filmin güncel siyasetin siyah-beyaz ayırımı içinde okunmasını hiç istemem. Film tamamen o gri alanla ilgilidir.

Filmde Erol Babaoğlu’nun oynadığı şeytan olarak da adlandırabileceğimiz karakterin cami imamlarının ruhuna girerek onları ele geçirdiğini görüyoruz. İmamlar da camilerde cemaate “doğru yolu” gösterdiğine göre şeytanın ele geçirdiği bir manevi alandan bahsedebilir miyiz?
Akın karakteri doktoru kötülüğün tezahülleri olarak görüyor. İstanbul’da nereye, kime baksa onu doktor olarak görüyor. Akın doktoru üzerinden bir hastahane ve ilaç sistemine kitleniyor. Doktorundan hoşlanmıyor ve başına gelenlerin sebebi olarak onu görüyor. O kötülün tezahürleri o yüzden filmde öyle ortaya çıkıyor. Ama bunlar gerçek mi yoksa ana karakterin hayal ettiği bir şey mi? Onu bilemiyoruz. Erol’un oynadığı karakter ise İstanbul kadar eski ve kadim bir inanç sisteminden (Mitraizm) geliyor. O yüzden imama “Biz hep burdayız” diyor.

foto-4-118.jpg

Bu haber toplam 1399 defa okunmuştur