Yeni Yıl
Yeni Yıl
Stella Aciman
Her çocuk gibi benim de çocukluk rüyalarımı süslerdi bisiklet. Benim içinse bir tutkuydu. Henüz beş yaşındayken, babamın, didon ve sele arasında boru olan yeşil renkli bisikletine ayağımı yandan sokar, köşkün koca bahçesinde dar tarhların arasında bütün gün dolanırdım. Ben bisiklet sürmeyi kendi başıma böyle öğrendim. O daracık tarhların arasında öyle bir ustalık ve kıvraklıkla sürerdim ki bisikleti, seyredenler hayretle, arkadaşlarım ise kıskançlıkla beni izlerdi. Ama kolayına öğrenmedim; o kadar çok düştüm ki, o kadar çok yaralandım ki… Bugün hala bacağımda o günlerden kalma derin bir yara izi vardır. Elim zaman zaman o yaraya gider; işte o anlarda bu günlerden kopar, geçmişin Yeşilköy’ünün o naif günlerine gider, dolaşırım. Babamın sürdüğü bisiklette, önüne oturarak sokakları turladığım günleri özlemle anarım. O yıllar henüz arabaların da, bisikletin de seyrek görüldüğü zamanlardı. Trenle şehre indiğimiz, faytonla çarşıya, Florya’ya denize gittiğimiz günlerdi. İşte o günlerdeki en büyük hayalim, kendime ait bir bisikletle sokaklara kavuşmaktı ama henüz erkendi.
İLK VE SON HIRSIZLIK
İki sokağın birbirine kesiştiği yerde bir akasya ağacı vardı, mahallenin büyük, küçük çocuklarının toplandığı yerdi. Annem sadece o ağacın altına ve arkadaşlarımın köşklerine gitmeme izin verirdi. Ağacın arkasındaki köşkün duvarına oturur, sohbet eder ve oynayacağımız oyunları belirlerdik. Kâh saklambaç, kâh yakan top, kâh istop… Şimdiki çocukların hiç bilmediği oyunlar ve keyfini hiç bilmediği mahalle arkadaşlığı… İşte o köşede hayatımın ilk ve son hırsızlığını yapmıştım. Arkadaşım Baby’nin babası Atina’dan bir bisiklet getirmişti oğluna, pırıl pırıl parlayan, kırmızı renkli… Çok güzeldi, tam da hayallerimi süsleyen bir bisikletti. İçimde o bisikleti kullanmak için biriken istek sürekli Baby’e çarpıyordu, bisikleti her istediğimde ‘hayır!’ sözü suratımda sanki bir tokat gibi patlıyordu. Hâlbuki ben ona her istediğinde babamın bisikletini veriyorum diye düşünüyordum. Günlerden bir gün yine ağacımızın altında toplanmıştık. Baby’nin bisikleti kaldırımın kenarında duruyordu. Ne kendi biniyor, ne de kimseyi bindiriyordu. O sırada, yurtdışında olan babasının geldiğini gören Baby koşarak evine doğru gitti. Heyecandan bisikletini unutmuştu, bana da gün doğmuştu. Arkadaşlarımın, ‘dur, nereye?’ demelerine aldırmadan hemen kırmızı bisiklete atladım ve arkama bakmadan sürmeye başladım. Artık uçarcasına gidiyordum, nereye gittiğimin bile farkında değildim. Sokağımızı geride bırakmış, Yeşilköy’ün diğer sokaklarına doğru gidiyordum… Ayağım pedallarla dans ediyor, tekerlekler benim hızıma yetişmeye çalışıyor, rüzgâr suratımı yalıyor, ağaçlar beni selamlıyor, kuşlar benimle yarışıyordu. Bir sele, iki tekerlek… O yıllarda bu, mutluluğun resmiydi benim için. O bir saatlik mutluluğun bir bedeli elbette oldu… Sokakta bekleyen arkadaşlarımın arasında Baby’nin sinirden kızıla dönmüş yüzü, annemin biraz merak biraz kızgınlıkla irileşmiş güzel gözleri karşıladı beni. Bisikleti hemen yere bıraktım ve doğru köşkten içeri, Fatma Hanım’ın yanına gittim. Ama bu defa o bile beni kurtaramadı… Bir hafta bahçeden dışarı çıkamama ve babamın bisikletine binememe cezası, o gün çizdiğim mutluluğun resmini gölgeleyemedi.
YILBAŞI AĞACI
Bizim evde hiçbir zaman Noel Ağacı kurulmadı. Babam koyu bir Yahudi olmamasına rağmen ‘bizim Noel’imiz yok, Yılbaşımız ise Roş Aşana’ derdi. Her Noel yaklaştığında mahalle arkadaşlarımın evlerine gelen çamların süslenmesini ilgiyle karışık bir kıskançlıkla izler, eve döndüğümde anne ve babama, ‘n’olur biz de bu sene çam ağacı alalım’ diye yalvarırdım, cevabın olumsuz olacağını bile bile. Yine de Hıristiyan arkadaşlarımın evine gider, Noel ağacının altına yerleştirilen hediyelerden birine sahip olurdum. O yıllarda, cam kenarlarında yanan renkli ışıkların süslediği çam ağaçlarını sadece Hıristiyanların evlerinde görürdünüz. Şimdiki gibi her eve bir çam ağacı kondurulmazdı. Yeşilköy’deki birçok evin salonunu süslerdi çam ağaçları çünkü o yıllarda azınlıklar henüz yok olmamışlardı.
BUKİS APARTMANINDA NOEL
Fatma Hanım, her Aralık ayının 24’ünde, uzun yıllarını geçirdiği ve gelini Zehra Abla’mın oturduğu Beyoğlu’ndaki Bukis apartmanına gitmeyi adet edinmişti. Yine bir Noel günüydü. Sabah erkenden kalkmış, giyinmiş, gitme saatini bekliyordum. Sabuncakis’ten köşke birkaç buket çiçek, Pelit pastanesinden çikolata kutuları gelmiş… Saat on bir gibi Şevket Abim, Chevrolet arabasıyla kapıya geldi ve kornasını çaldı. Herkesten önce kapıya koştum, arabanın içine kuruldum ve Fatma Hanım’ın gelmesini bekledim. Sahil yolunun ulaşıma yeni açıldığı yıllardı. Başımı arabanın camına dayadım, denizin üzerinde süzülen martıları izledim içimdeki heyecanla.
Bukis apartmanında Noel’ler bir başka olurdu çünkü sakinleri Rum’du. Apartman komşuluğunun var olduğu yıllardı ve Bukis apartmanı bunun en güzel örneğiydi. Apartmanın tek Müslüman ailesi Fatma Hanım ve gelini Zehra Abla’ydı. O apartmanda tüm bayramlar birlikte kutlanırdı, bir katta pişen baklava, börek, çörekler diğer katlara da dağıtılırdı. Sevinçler, üzüntüler paylaşılırdı. Rumca, Türkçe sözcükler havada uçuşur, birbirine karışırdı. Çok severdim Noel ve Paskalya’da oraya gitmeyi. Fatma Hanım’la her katı dolaşır, çiçek ve çikolataları dağıtır, yemekler yerdik. Biz çocuklar, çam ağacının altına dizilmiş kutulardan çıkan hediyelerimizi heyecanla açar, oyunlar oynardık. Apartman çocuk sesleriyle şenlenirdi.
LACİVERT BİSİKLET
O akşam Madam Anna’nın evinde yenilen yemek sonrası herkesi kiliseye yolcu ettikten sonra, Zehra Abla’mın evine inmiştik. Zehra Abla’mın büyük kızı Nurten’in yatağına yattığımda, kulağıma uzaktan çalan kilisenin çan sesi geliyordu. O sene, ilk defa yılbaşına kadar Zehra Ablamda kalacaktım çünkü anne ve babam arkadaşlarıyla Şile’ye gezmeye gideceklerdi. Çok mutlu olmuştum bu kalıştan; Nurten Ablamla her gün Beyoğlu’na çıkıyorduk. Her çıkışımızda onu Galatasaray’daki Japon Mağaza’sına götürüyordum. O yıllarda İstanbul’un en büyük oyuncak mağazasıydı Japon Mağazası. Büyükbabam, annem, babam bana hep oradan oyuncak alırlardı.
O gün de her zaman yaptığım gibi mağazaya girdiğimde, gözüme kestirdiğim lacivert bisikletin yanına gittim. Nikel kısımları pırıl pırıl parlıyordu. Aynasını elledim, ‘bak farı bile var’ dedim Nurten Ablama. Uzanıp üstüne çıktım, ayaklarımı pedalın üstüne koydum, adeta bütünleştim bisikletle. İçimden, ‘ah, bu benim olsa’ diye geçirdim. Nedendir bilinmez, o gün çok zor ayrıldım o bisikletten… O kadar ki, gece rüyamda o bisikletin üzerinde Yeşilköy’ün sokaklarında dolaştığımı gördüm. Sabahleyin gördüğüm rüyanın etkisinden olsa gerek, mutsuz uyandım. O gün canım ne gezmek, ne de apartmandaki arkadaşlarımla oynamak istedi. Nikellerinin parlaklığıyla beni etkisi altına alan lacivert bisikletin yörüngesine oturmuştum.
MUTLULUĞUN RESMİ
Ertesi gün yılbaşıydı; Annem, babam Şile’den dönmüşler, Şevket Abi’yi bizi alması için Bukis Apartmanına göndermişlerdi. Elim kolum oyuncaklarla dolu bir halde arabanın arka koltuğuna oturdum. Karanlık ve soğuk bir havaydı; ‘her an kar başlayabilir’ diyordu Şevket Abim. Doğru diyormuş, Yeşilköy’e girdiğimiz an kar taneleri arabanın camına vurmaya başlamıştı. Köşkün kapısında durduğumuzda salonun ışıklarının yanmadığını görünce, ‘annemler geldi demiştin, neden ışıklar yanmıyor?’ diye sordum Fatma Hanım’a. ‘ Geldiler tabii kızım, hava kötü belki arıza vardır…’ diye cevap veren Fatma Hanım’ın sözlerini bitirmesine fırsat vermeden, merdivenleri koşarak çıktım ve kapının zilini çaldım. Kapıyı Aynur açtı, içeri baktım, holdeki küçük ışık yanıyordu sadece. Hiç yılbaşı evine benzemiyordu; hâlbuki bu akşam ev kalabalık olacaktı diye düşünürken, ‘annemler nerde?’ diye sordum Aynur’a heyecanla. ‘Salondalar…’ dedi sırıtarak. Hemen paltomu çıkardım ve Aynur’un eline tutuşturdum. Işıkları yanmayan salonun kapısını açtım ve içeri girdim. Karanlığa gözlerimi alıştırmaya çalışırken, bir anda salonun köşesinde yanıp sönen renkli ışıklara çakıldım, ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ben düşünürken salonun tüm ışıkları aynı anda yandı ve kulağımda ‘mutlu yıllar, mutlu yıllar!’ sesleri uğuldamaya başladı. Şaşkınlıkla etrafıma bakındım… Annem, babam, abim, Leman Ablam, Şeref Abim, onların çocukları, tüm sevdiklerim oradaydı. Ama en önemlisi; köşede üzeri süslenmiş, rengârenk lambaları yanıp, sönen bir çam ağacı vardı! Ve çam ağacının altında, benim bir gün önce Japon Mağazasında gördüğüm, ellediğim, üzerine bindiğim, nikelleri parıldayan, rüyama giren lacivert bisiklet duruyordu. İşte ben asıl o an mutluluğun resmini çizmiştim…
Size de mutluluğun resmini çizeceğiniz yıllar diliyorum…