1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yeniden Bir Olmak
Yeniden Bir Olmak

Yeniden Bir Olmak

O inanılmaz kötü koşullarda ya yok olursunuz ya da manen normal koşullarda asla gerçekleşmeyecek bir gelişme gösterirsiniz.

A+A-

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

 

Dünyadaki bütünsel denge, karşıtlar arasındaki bu sonu gelmez çekişmenin sonucuydu. Zihin de bundan bağımsız değildi. Zihinsel enerji birbirini dengeleyen zıtlıklar oyunuydu ona göre, zıtlıklardan doğan gerilimdi enerjiyi yaratan. (Carl Gustav Jung)

Kırık bir aynadan baktığımızda gördüğümüz parçalanmış görüntünün verdiği rahatsız edici hissi düşünelim. Bizler dünyaya şu an böyle bakıyoruz. Birbirinden kopuk ve düşman unsurlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Bu unsurları hem psikolojik hem toplumsal zeminlerde bütünsel bir yapı içinde algılamamız gerekse de biz buna direniyoruz. Oysa insanların en derin ihtiyaçlarından biri içlerindeki arayışların ve çatışmaların sona erdiği, uyum içinde ve anlamlı bir hayat sürmek değil midir? Şahsen benim için öyle, çünkü bu ayırımların zihnimizi zehirlediğini düşünüyorum.

Beynimiz algımızı bütünleştirerek dünyayı anlamlı bir şekilde görme eğilimindedir, o yüzden parçalanmış şeylerin ardındaki birliği fark etmek güzeldir, ruh sağlığımız için kaçınılmazdır. Bu yüzden kırık aynayı tamir edip görüşümüzü iyileştirmemiz gerekir. Hayatı sorunlarına ve acılarına rağmen bir bütün olarak görmek ister insan. Kendimizi kopuk, izole ve anlamsız hissetmek çok acı verir. Küslerin barışması, ayrı kalanların kavuşması güzeldir. Bir olmak isteriz yaşam ve ölümle, acı ve mutlulukla, geçmiş ve gelecekle, dost ve düşmanla. Bunu böyle ifade etmesek de ve tam olarak bilincine varamasak da bir gün her şeyle birleşeceğimizi ve şölenin başlayacağını hayal ederiz en gizli fantezilerimizde.

Birliği nasıl yaşarız? Bir sarılma anı düşünelim. İki bir olmuş.  Uzak olan yakın, ayrılık ve hasret giderilmiş. Sevdiğimiz biriyle uzun bir süreden sonra karşılaştığımızda genellikle birbirimize sıkıca sarılır ve özlem gideririz. Arkadaşlar, sevgililer, aynı ailenin bireyleri bunu sıklıkla nerdeyse her gün yaparlar. Çocuklarımıza sürekli sarılırız, onlar da bize sarıldıklarında kendilerini mutlu ve güvende hissederler. Neden sarılmayı sevginin en doğrudan, en güzel ifadelerinden biri olarak görürüz? Sanki birkaç saniyeliğine de olsa iki beden bir olduğunda acılarımız son bulur, geçici de olsa bir teselli hissederiz. Desmond Morris, Sevmek Dokunmaktır adlı kitabında şöyle der: Bir sevgi gerçekten yürekte hissedilerek yaşanmak isteniyorsa, önce birbirine dokunmak ve sarıp sarmalayarak varlığını hissettirmek gerekir.

Bir olmanın en doğrudan ifadesi olan sarılma eylemi bize aslında bedenin ve ruhun bütünlüğünü ve birliğini anlatır. Gerçekte bedenimiz ruhumuzdan ayrılamaz, birdir onlar. Bir insanın bedenine dokunduğunuzda ruhuna da dokunmuşsunuzdur. Bu yüzden bedenin mahremiyetine bu kadar önem veririz. Bedenimize yapılan bir saldırı, bir taciz bu yüzden ruhumuzu da yaralar. İnsanlar bedenleri yok olduğunda öleceklerini düşünürler bu yüzden. Haklıdırlar da, çünkü bu dünyayı ve kendimizi hissetmenin en doğrudan ve gerçek aracıdır bedenimiz, örneğin bedenimizde bir rahatsızlık varsa zihnen de pek iyi durumda hissetmeyiz kendimizi.

Bu yazının ilk bölümü olan Birlik Tabusu adlı yazımda bölünmüş bir dünyada yaşamanın kötülüğünden, çevremizle bir olmanın yasaklanmasının yıkıcı etkilerinden bahsetmiştim. Doğduğumuz günden itibaren bize varlıkların birbirleriyle ilişkili bir bütünün parçaları olduğu söylenmez, genellikle tam aksi yönde ayırıcı ve bölücü telkinlerde bulunulur. Eğitim sisteminde hep olgular, kavramlar, iyiler ve kötüler keskin çizgilerle tanımlanır. Politikada da insanları ve toplumları yönetmek için onları her yönden bölmek en iyi yöntem olarak görülmüştür. Bu sadece siyasi sistemlerin değil, insanları kendi çıkarlarına göre yönetmek isteyen bencil ve kurnaz insanların da stratejisidir. Çünkü bu çok kolay bir yöntemdir. İnsan zihninde zaten var olan her şeyi bölerek algılama eğilimini kullanarak, insanlara dünyayı basit, yeterli ama düşmanlıklarla dolu bir yer olarak görmeyi empoze edersiniz.

Bu nedenle, eğer tekrar hem kendi zihinsel dünyamızda ve algılarımızda, hem de içinde yaşadığımız toplum ve dünyada birlik ve uyumlu bir bütünlüğe ulaşmak istiyorsak işe önce bu parçalanmanın zararlarının tam olarak bilincine varmakla başlamamız gerekir. Başta bizzat bizler bu bölünmeden besleniriz. İç dünyamızda kendimizi başkalarından farklı ve hatta çoğu zaman üstün görürüz, üstün olmadığımız bariz olsa bile en güzel şeyleri en çok hak eden kişiler olduğumuzu düşünürüz. Ve biraz daha fazla refah uğruna başkalarıyla rekabet ederken onları ezmek için gösterdiğimiz çabanın yanlışlığını anlayamayız. Bazen çatışma kaçınılmaz olabilir, örneğin karşınızdaki insan ya da topluluklar size yıkıcı davranıyorsa. Ancak daha fazla zenginliğe sahip olmaya çalışırken ya da rekabet duygusuyla komşumuzun çıkarlarını tamamen göz ardı ederken kendimize de zarar veririz.

Peki ikiliğin olmadığı bir yer nasıl bir yerdir? Ne ben varım ne de sen, ne burası var ne de orası, ne geçmiş var ne de gelecek. Bütün bölünmeleri, ayrımları aşmamız mümkün olsa bu bize ne kazandırırdı? Bu soruya cevap vermeden önce ikici bir zihinde, bölünmüş bir dünyada olmamızın anlamını daha iyi hissetmek lazım. Öyle ki eğer bu rahatsız edici bir şeyse ve bizi daha da mutsuz eden bir yolda olmak demekse bundan kurtulmak isteyelim.

Kendi deneyimlerimizin özüne iyice baktığımızda aslında zihnen ya da fiziken bölünmüş, parçalanmış bir dünyada olmanın bizim için kaotik, zor ve acılarla dolu olduğunu görebiliriz. Eğer insanları bize yararlı olan, sevdiklerimiz ve bize zarar veren ya da sevmediğimiz ötekiler olarak bölersek sürekli çevremizle savaştığımız bir durumda buluruz kendimizi. İçsel ya da dışsal olarak en yakınımızdaki insanlar başta olmak üzere insanlarla çatışırız, sürekli tartışma ve kavga halinde oluruz. Öyle olmadığımız zamanlarda da uzak ve kopuk hissederiz kendimizi. Zihnimiz olayları, olguları birleştiremeyecek kadar bölünmüş durumdadır. Yaşamın her alanında ikiliklerin birbirlerini besleyen ve karşılıklı bütünleşen uçlar olduklarını unutur, onları düşman kutuplar olarak görürüz. Zamanı yaşayışımızda, mekânların kullanımında, yakın ilişkilerimizde ve kendimize bakışta bunları inceleyebiliriz ve nasıl tekrar dünyamızı bütünleştirebileceğimizi tartışabiliriz.

 

Zamanda Birliğe Ulaşmak

Zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak bölüşümüzü ele alalım. Bizim algımızda geçmiş ve gelecek birbirinden apayrıdır, uzaktır. Geçmişte olan güzel şeyleri kaybettiğimiz için yas tutarız, olumsuz deneyimler içinse nefret, suçluluk ve pişmanlık gibi duygular içinde oluruz. Güzel şeyleri tekrar yaşamak için geçmişin geri gelmesini isteriz. Gelecekte olmasını istediğimiz güzel şeyler için tutkulu bir arzu, olmamasını istediklerimiz içinse sürekli kaygı ve korku içinde oluruz. Böylece şimdiki zamanın tadını çıkaramayız, zaman sürekliliği olan bir bütün olarak yaşanmaz, elimizden hızla kayıp uzaklara gider ve biz de yaşanmamışlık hissiyle kalırız. Öyleyse zamanda bölünmenin üstesinden gelmemiz gerekir. Bu ruh sağlığımız için kaçınılmazdır. Gelecekteki mutluluğumuz için endişelenirken şimdiyi kaçırmak büyük bir aptallık değil midir? Ya da geçmişteki olaylara takılı olarak yaşıyorsak ne şimdiyi ne de geleceği yaşama umudumuz olabilir.

Oysa zamanı bir olarak görebiliriz. Geçmiş, şimdi ve gelecek birdir. Geçmişin içimizde yaşadığını görebiliriz, olumlu ve güzel şeylerin hâlâ bizde olduğunu ve hatta olumsuz şeylerden alınan derslerin bize faydasının dokunabileceğini görebiliriz. Aynı şekilde gelecek de tam bu anın içindedir. Yaşadığım tam şu an uyanıklığımın gücüyle zihinsel bir dinginliğe ve zamanı aşan kartal bakışa ulaştığımda gelecekteki olasılıkları anlayabildiğim, daha doğru seçimleri görebileceğim bir uzama dönüşür. Tıpkı iyi bir satranç oyuncusunun son derece dikkatli bir şekilde satranç tahtasına bakarken tam olarak hesaplayamasa da oyunun gidişatını sezebilmesi ve ona göre en doğru hamleyi yapması gibi. Satranç oyuncusu için gelecek de bütün olasılıklarıyla şu anın içindedir ve bir akış olarak ona doğru ilerlenmektedir. Yapılan her farklı hamlede gelecek de farklı bir şekilde ortaya çıkacaktır. O halde şu anki seçimlerimiz kaderimizi belirler.

Zamanda birliğe ulaşmak budur. Geçen günün yorgunluğunda dinlenirken yeni günün şafağına uyanırız. Geçmişi sindirir ve sentezlerken gelecekteki yeni olanaklara açılırız. Zamanda birlik Sonsuz Şimdiyi mümkün kılar. Hem sonsuzca kaygısız hem de tam şu anın sınırlarında huzur buluruz. Böylece o müthiş paradoks çözülmüş olur: Yaşamak tatlıdır ve hep sürmesini isteriz ama eğer bize sonsuz bir yaşam olanağı verilseydi bundan ölesiye korkardık. Sonsuza kadar yaşamak istiyoruz ama bundan korkuyoruz. Ne yaman çelişki! Oysa tam olarak sadece şu anda yaşamayı başaran ve bunu ikinci doğası haline getiren bir zihin sonsuz şimdi de yaşamaktadır.  O yaşadığı anı aslında kendisine ait olmayan, ona doğuştan beri empoze edilmiş değerlere göre yargılamaz. Bu an iyi bu an kötü, şu anda hayat ne güzel bu anda her şey ne kötü demez. Zoraki ve koşullanmış bir iyi yaratmadığı için doğal olmayan zorlama bir kötüden de muaf olur.

Sanki anı yaşayan özel birisi yoktur, sadece an vardır, o anda var olan şeylerin gizemli mucizevi büyüsü vardır. Her ne kadar bireysel kimliğimizi korusak ve ona özen ve sevgiyle baksak da bu kimliğin üstünde daha evrensel bir kimliğimizi yaşamaya başlarız o anlarda. Bu evrensel kimlik her günkü bireysel kimliğimizi bütün yönleriyle yaşarken bir yandan da onun üzerinde ondan etkilenmeden süzülür durur.  Yaşanan anlar sürekli iyi kötü, uzak yakın, değerli değersiz gibi ölçütlere vurularak çarpıtılmaz bozulmaz, olduğu gibi yaşanır. Hayatını ve evrenin işleyişini sorgular, onun derin gizemlerini, yasalarını keşfetmeye uğraşır, hayatına ve başkalarının hayatına anlam katarak yaşamaya çalışır. Ama bu yaptığı sorgulamaları katı ve değişmez yargılar haline getirerek zihnini yargılarının zincirlerine vurmaz. Sizi dışsal bir makamın yargılamasından çok daha kötüsü sizin içsel olarak kendinizi ve çevrenizi acımasızca ve yanlış bir şekilde yargılamanızdır. Çünkü kendi kendinizi yargılayışınızdan kurtulmanız çok daha zordur. Ve psikolojik bir yıkıma, katı bir özgüvensizliğe götürebilir bu sizi.

Zamanda birliğe yani sonsuz şimdiye ulaşmak için insanın bütün fazlalıklarından kurtulması, kendisini zamanın getirdiklerine bırakacak, onlarla uyum ve yaratıcılıkla akacak kadar boş olması gerekir. Kimliğimize ait her şey akıp geçerken ve arınırken benliğin değişen rengi şaşkınlıkla seyredilir. Sonsuz şimdi denilince akla soyut, ulaşılması bir hayal gibi olan ve sadece hazlarla dolu anlar gelebiliyor. Ancak aslında o bütün acı ve tatlı deneyimleri içerir. Sadece anlar yargılanmadan olduğu gibi ve tam bir farkındalık içinde yaşanır.

 

Mekânda Birliğe Ulaşmak

Çocukken dışarı çıkıp arkadaşlarımızla bütün gün oynamak en büyük mutluluğumuzdu. Ben daha iki üç katlı bahçeli evlerin olduğu ve çocukların televizyon ve internet olmadığı için sokaklarda birbirleriyle oynayarak büyüdüğü bir zamanda yaşadım. Bizim zamanımızda mekânlar şimdi olduğu kadar bölünmemişti, gene evler ve sokaklar vardı ama bahçeler arasında ve mahallenin ara sokaklarında kendimize bolca özgürce koşturabileceğimiz alanlar bulabiliyorduk. Koca bir mahallenin çocukları, bazen on on beş kişi yakında boş bir tarlaya ya da okul bahçesine gider ve orda doyasıya oynardık. Şimdi dev gökdelenlerin olduğu sitelerde ve arabaların tıka basa sokakları doldurduğu şehirlerde çocukların birlikte oynayabileceği ortak alanların çok daha kısıtlı olduğunu görüyoruz. Bir de buna çocukların ve gençlerin evlerine kapanıp sanal bir dünyanın içinde vakit geçirdiklerini eklersek durumun ne kadar vahim olduğu ortaya çıkar. İnsanlar yaşadıkları mekânlar bölündükçe birbirlerinden koparlar. Yeniden bir araya gelmek için de daha zahmetli ve verimsiz işlere girişirler. Bugün modern bir metropolde yaşayanlar işlerine ya da okullarına gitmek için sabah erken kalkar ve yollara düşerler, sonra alışveriş için gene arabalarına binip bir alışveriş merkezine, eğlenmek ve tatil içinse başka uzak bir mekâna giderek neredeyse günde birkaç saatlerini yollarda geçirirler. Geriye dinlenip, sohbet edip sosyalleşecekleri çok az zamanları kalır. Bunun yanında yaşadığımız mekânlar birbirinden koptukça yabancılaşma hissimiz de artar, kendimizi bir yere kök salmış hissetmemiz de zorlaşır.

Bir temmuz günü Zanzibar’a gittiğimde Stone Town kasabasında akşam dışarı çıkmış ve sokakların insanlar ve satıcılarla dolduğunu görmüştüm, sahil boyunca uzanan büyük bir alanda herkes toplanmış, çocuklar için oyuncaklar ve büyükler için alışveriş tezgâhları kurulmuştu. Herkes oradaydı ve yüzlerde neşe ve kahkaha vardı. Ben o günün özel bir bayram günü olduğunu sanmıştım ama sonradan öğrendim ki her günkü yaşamları böyleydi Zanzibarlıların, sahilde gençler denize giriyor, çeşitli oyunlar oynanıyordu. Mekân bütünleşmişti, böyle olunca insanlar da bütünleşmişti. O canlı kalabalık içinde dertlerinizi unutup bir şenlik havasının tadını çıkarabilirdiniz.

Mekânı tasarlarken ve böylece yaşamımızı düzenlerken ne kadar büyürse büyüsün organik bir varlık gibi birbirleriyle ilişkili ve anlamlı bir bütün olan kasabalar, şehirler inşa etmek mümkündür. Bu mimari bir konudur ama insanların zihniyetleri değiştikçe bugün her yönden parçalanmış olan yaşam alanlarımızın zamanla daha bütünleşmiş hale gelmesi mümkündür. Bahçeli evlerle, parklarla, daha yakın komşuluk ilişkileri, mahalle ruhunu yeniden canlandıracak sokak etkinlikleriyle mekânda bütünlüğe yaklaşacak adımlar atabiliriz. Güzel ve uyumlu bir dünya önce hepimiz tarafından hayal edilmelidir. O zaman bu yavaş ama kalıcı devrim için gerekli kültürel altyapıyı oluşturabiliriz. Mekânlarımız parçalanmıştır ama doğru toplumsal etkileşim ve taleplerle yeniden bütünleştirilebilir.

Nihai anlamda insan bulunduğu yerde olmalıdır. Bu ne demek peki? Herkes bulunduğu yerde değil mi zaten? Hayır çokça değiliz aslında. Mekânları ayrıca istenen ve rahat mekânlar, zorlu ve sıkıcı mekânlar olarak da ikiye ayırırız. Çoğunlukla yaptığımız işleri sevmediğimiz ve başka bir işin hayalini kurduğumuz için çalışma mekânları istenmeyen mekânlardır. Evet, insani olmayan çalışma koşullarına karşı savaşmalıyız. Bize sunulan her ortamı kabul etmek zorunda değiliz. Ama bir yandan mücadele edip daha insani ve doğal mekânlarda olmaya çalışırken diğer yandan da bulunduğumuz mekândan olabildiğince yararlanmaya çalışmalıyız. Dostoyevski Sibirya’ya sürgüne gönderildiğinde bir hapishanenin son derece ağır koşullarında hayatın ta kendisiyle karşılaşır. ““Hapis bendeki birçok şeyi yakıp yıktı, ancak bunun yanında başka şeyleri ortaya çıkardı” der. Sibirya’da gözlemlerde bulunan yazar katil ve cani olarak nitelenen insanların ruhlarındaki asil parıltıları da yakaladı. Ve anladı ki, insan o zamana kadar edebiyatta anlatıldığı gibi ne saf iyi ne de saf kötü olabilirdi. Bu zorlu deneyim, en istenmeyen mekânlarda olmak Dostoyevski’yi dönüştüren koşullardan birisiydi. Aynı şey Auschwitz toplama kampında hayatta kalmayı başaran Viktor Frankl’ın da gözlemlerinden birisidir. O inanılmaz kötü koşullarda ya yok olursunuz ya da manen normal koşullarda asla gerçekleşmeyecek bir gelişme gösterirsiniz.

 

İlişkilerde Birlik

İnsanoğlu bu gezegendeki milyonlarca yıllık yaşamı boyunca en fazla birkaç yüz kişilik klanlar halinde yaşadı. Bir klandaki herkes az çok birbiriyle akrabaydı. Dedeler, babalar, çocuklar ve torunlar bir aradaydı. Herkes herkesi tanır ve sorunlarını bilirdi, herkes birbirinin yaşamının ve sorunlarının ve aynı zamanda da çözümlerinin bir parçasıydı. Bebeklere ve çocuklara günümüzde olduğu gibi zar zor bir ya da iki kişi değil en az beş altı kişi bakar ve yakından ilgilenirdi. Her çocuğun birkaç kardeşi ve onlarca arkadaşı her an yanındaydı. Şimdi yalnız büyüyen çocukları gözlemleyince onların daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Benlikler ve kimlikler de birbiriyle temas ve kesişim halinde tanımlanırdı. O yüzden başarı ve başarısızlık paylaşılırdı ve ortak kimlikler bireysel kimliklerden daha önemliydi. Çok fazla eşya ve para olmadığından her şey daha çok paylaşılırdı. İnsanlar birbirlerine uzun süre küs ya da dargın kalamazlardı, çevreleri ya da zorunlu koşullar onları barıştırırdı. Jared Diamond, Düne Kadar Dünya adlı kitabında eski toplumlarda eşler arasındaki sorunların kabile üyeleri tarafından uzlaştırma yoluyla çözümlendiğinden bahseder. Boşanma diye bir kurum da haliyle yoktu, nadiren ayrılıklar olurdu. Bireylerin işlediği suçlarda bile suç kabile üyeleri tarafından sahiplenilir ve karşı toplulukla sürdürülen görüşmelerle, tazminat ve af dileme törenleriyle çözümlenmeye çalışılırdı. Bunları dile getirmekteki amacım eski toplumların ne kadar sağlıklı olduğunu ispatlamaya çalışmak değil. Tarih ve antropoloji yoluyla geçmiş toplumları incelemek günümüz toplumlarının sorunlarına ışık tutabilir. Milyonlarca yıldır az çok aynı şekilde yaşayan insan toplulukları bizim şu anda silip attığımız çok değerli bilgelikler geliştirmiştir. Yeni bir düzene geçerken bunların hiçbirinden faydalanmamak doğru mu? Modern düzeni doğru ve güzel yönlerini koruyarak eski toplumların kazanımlarıyla harmanlamamız gerekir. Fotoğraf makinası icat olduğu için resim sanatı gözden düşmedi, cdler, teyp ve plaklar bulununca konserler gereksiz hale gelmedi. İnsanlar otomobili icat edilince yürümekten vazgeçmediler ya da vazgeçmemeliler. Her yeni teknoloji ya da kültür unsuru birtakım kolaylıklar getirirken bazı zararlar da açığa çıkardılar. Vitamin haplarının bulunması sağlıklı besinlerle vitamin almamızın önüne geçmemeli, çünkü sadece vitamin almak da yürümeden yaşamak da sağlıklı değil, bunu uzmanlar söylüyor. Buna benzer binlerce yeni dönem yaşam pratiğimiz sağlıklı değil. Eski dünyayla yeni dünya arasında bir bütünleşme sağlamamız gerekir. Zaten sonsuza kadar yenilenecek bir dünyada eskinin değeri hep korunmalıdır ve sentezlenmelidir. İşte bu çağlar arasında birliğe ulaşmaktır. Tarihi bir eserde düzenlenen modern bir jazz konserinin tadı gibi.

Kadın ve erkek, anne baba ve çocuk çok farklı varlıklar gibi algılanır hale geldi. Kadınları ve erkekleri insan olarak ortak yönleriyle anlamaya çalışmak ve ona göre tepki vermek gerekir. Bölücü zihnimiz kadınlarla erkekler arasındaki farklılıklara odaklanıyor. Oysa ki birbirimize kadın erkek değil de insanlar olarak baksak ortak yönlerimizin çok daha fazla olduğunu görebiliriz. Kadın erkek oluşumuz fark etmeksizin sabah uyandığımızda acıkıyoruz, yemek yiyoruz, zorluklarla baş ederek çalışıyoruz, benzer şeylerden acı çekip benzer şeylere seviniyoruz. Evet farklılıklarımız da var ve çoklar. Ama asıl gerçek acı ve sevinçlerde aslında neredeyse aynıyız. Bir toplumda kadınlar ve erkekler arasındaki kamplaşma ne kadar yoğunsa o toplumun da o kadar mutsuz olduğunu söyleyebiliriz. Kadınların ve erkeklerin birlikte kaynaşmadan ağırlıklı olarak kendi hemcinsleriyle sosyalleştiği bir toplum sürekli diğer cinsi ötekileştirir. Aralarında erkekler şöyledir, kadınlar böyledir gibi söylemler çoğalır. Aralarında kurdukları ittifak ve dayanışma arzuları bazen çok yerinde olabilir, ama bu bir karşı cins düşmanlığına evrildiğinde bireyler bundan zarar görmeye başlarlar. Birlikte sosyalleşmenin yaratacağı faydalardan mahrum kalırlar. Kişilikler tek taraflı ve eksik oluşur, iki cinsin birbirini besleyerek ortaya çıkardığı dinamizm ortadan kalkar. Kadınlar erkeklere erkekler kadınlara etki edemez, birbirlerini yeterince tanımadıkları için derin ilişkiler kuramazlar, kurmaya kalksalar da çatışmalar ve yanlış anlamalar işleri imkânsız hale getirebilir.

İlişki kurmak demek iki farklı bilincin karşılaşması demektir. Elbette ki birlik aynılık değildir. Birlikten kastımız bütün farklılıklarımıza rağmen ortak bir temelde buluşuyor olmamızdır. Bu yüzden birlik düşüncesinden anlamamız gereken herkesin ve her şeyin özgün farklılıklarının yok olacağı bir zemin değildir. İnsanlar birbirlerini gerçekten sevdiklerinde kendi benliklerini korusalar da karşısındakinin varlığını da yanında duyumsar aynı zamanda. Yani karşımdaki temelde bambaşka bir insan değildir. Bu bize gerçek sevme gücünü verir. Anlayarak, tanıyarak, özdeşleşerek, karşımdakinin mutluluk ve acılarından ben de beslenirim, sevinçleri ilham, acıları ders olur.

 

Kendi İçimde Birliğe Ulaşmak

Felsefi sorgulamalar zihnimizi açma konusunda gerekli olabilir. Ancak birlik yaşantısı bizzat etimizle kemiğimizle yaşanmalıdır. Zihinlerimiz ve düşüncelerimiz sonsuzca parçalanmış bir evren görüntüsü verse de düşüncenin kurguladığı bu parçalı gerçeklik her zaman kavramsaldır ve dünyaya sadece aklın güdümünde baktığımız her an gerçekler avucumuzdan kaçıp gider. Bu nedenle ruh, zihin, beden, duygu gibi kavramları insan yaşantısı içinde birleştiren (varoluşsal) fenomenolojik psikolojiye ihtiyaç duyuyoruz. Yani bir şey hakkındaki düşüncelerimiz, o konu hakkındaki yaşantılarımızın üstüne çıkmamalıdır. Düşünce hayatın bir yorumu, değerlendirmesi olabilir ve durumumuza ışık tutmakta bize yardımcı olabilir. Ama fenomenoloji ne düşündüğümüzden çok bir şeyi nasıl yaşadığımıza odaklanır. Akımın kurucusu Edmund Husserl bu yöntemi şöyle açıklamıştır:

“Doğal tavır almanın genel savı”nın, dünyanın varlığının “ayraç içine alınması” yla, “bir yana bırakılması”yla, dünyanın varlığına ilişkin “yargı vermekten geri durma”yla {epokheyle) gerçekleşir. Bu “dünyaya ilişkin her türlü varlık inancının ayraç içine alınması", “her türlü varlık bildiren yargı vermekten geri durma”dır. Yaptığım “dünyanın varlığının yadsınması değildir, öyle olsaydı Sofist olurdum; onun varlığından kuşku da duymuyorum, öyle olsaydı Şüpheci olurdum; ama zamansal-uzamsal varolana ilişkin her türlü yargı verme yolunu kapatan fenomenolojik epokheyi gerçekleştiriyorum”

Yaptığımız, olduğumuz şeylerin nesnel açıklamaları gerçeği yansıtmaz, önemli olan bizim algımızda ne olup bittiğidir. Issız bir adaya düştüyseniz ve soğuktan ölmemek için ateş yakmanız gerekiyorsa cebinizdeki para sizin için sadece bir kâğıt parçasıdır. Gerçekler kişiseldir, önemli olan başkalarının gözüne nasıl göründüğümüz değil o an bizim ne yaşadığımızdır. Örneğin fakirlik toplumun geneli için kötü ama belli bir insan için umursanmaz bir durum ya da hatta kendi yolu gereği gerekli olabilir. Kimisi fakirlikte zenginlik bulur, elinde olan ona fazlasıyla yeterli gelirken yaşantısı bütün evrenin zenginliğiyle dolar taşar. Kimisi ise ne kadar zengin olsa da kendini fakir hisseder ve daha da çoğunu elde etmek için çabalar durur, ne kadar zengin olsa da o hep fakir kalır. Kimisi yalnızlık ve sessizlikte muazzam güzellikte şeyler bulur, kimisi panik içinde kaçar yalnızlıktan. Bir olmak kişisel bir deneyimdir. Bu nedenle birlik yaşantısının ne olduğunu da kişisel perspektiften yola çıkarak anlamalıyız. Örneğin genellikle bulunduğumuz anda tam olarak bulunmayız. Şurada olsam, yanımda da  X olsa ne güzel olurdu deriz. Olmamız gereken kişi olmak yerine çevremizdeki olayları ve kişileri kontrol etmeye çalışırız. Olmamız gereken kişi olmamız ne demektir peki?

 

Ejderhayla Karşılaşmak

Jung bilinçdışımızdaki gölge arketipinin öneminden bahseder. Evinin güvenliğini terk ederek kendi karanlık yönleriyle yüzleşen ve ejderhayla (yani kendi dizginlenemez yaratıcı gücüyle) karşılaşan ve ona hâkim olan kişi (kahraman) gerçek benliğine ulaşır (yani kendi öz eğilimlerine sadık bir yaşama). Ejderha (kimi kültürlerde aslan, ayı ya da kaplan vs.) içimizde saklı olan hem yıkıcı hem de dönüştürücü muazzam bir güçtür. Tabii buradaki yıkıcılığı olumsuz eğilimlerimizi yıkma anlamında anlamalıyız. Ancak bu üretken olmayan, bizi köleleştiren eğilimler varlığımızı gerçekleştirmemiz yönünde bize engeldir. O yüzden kahraman belki de ömür boyu sürecek içsel yolculuğunda en değerli şeyi bulur: kendi benliğini. Kendisiyle bir olur.  Gene Carl Jung’a kulak verecek olursak,

Yaşam yolcusu, kendisini tanıma serüveninde en uygun koşullarda pek çok ilk karşılaşmayla artar zenginleşir. Ancak birleşme bütünleşme sürecinin nihayeti ruhun merkezi olan ruhtur; içkin ve aşkın olan kendiliktir. Bütünleşme her zaman dönüşüm ile birliktedir. Kendindeki ötekini özümsemiş olan insan aynı kalamaz; dünya görüşü ve modelinde, dolayısıyla da yaşamında sarsıcı bir değişim kaçınılmazdır.”

Bu düşünce ne kadar içsel ve sezgisel olarak zaman zaman deneyimlediğim bir şey olsa da bu yolculuk yalnız başıma devasa bir dağa tırmanarak karlı zirvelerini aşmam gereken zorlu bir yolculuk gibi görünmüştür gözüme.  Ancak insanı bekleyen bundan daha soylu bir görev var mıdır? Herman Hesse, Demian adlı romanında kahramanın ağzından şöyle der: “Herkes için gerçekte bir tek uğraş vardı: kendini bulmak.”

Bu haber toplam 474 defa okunmuştur
Gaile 514. Sayısı

Gaile 514. Sayısı