“Yeşil Sermaye Canavarı” İnsanlığı Yuttu
Tüm ihtişamı ile bahçenin orta yerinde salınıp duran zeytin ağacının dalına kondu. O kadar manalı ve derinden şakıyordu ki, duymamak mümkün değildi. Bir derdi vardı.
Öfke, ümitsizlik ve hüzün sarmıştı sesini. Tüm duygular birbiri içine girmişti adeta. Bir türlü anlamlı bir bütün oluşturamıyordu çıkardığı tınılar. Şaşkına dönmüştü, çok belliydi. Ne yapacağını, nasıl yapacağını bilemiyordu.
Biraz daha yaklaştım yanına, yakınlık kurmaya çalıştım. Olmadı. Zihni, çok karanlık ve dipsiz bir kuyunun içine hapsedilmiş gibiydi. Uzun bir yolculuk yaptığı belliydi. Yorgundu. Gözlerinin içine baktığım an, yüreğim yandı. İçindeki alev, tüm bedenimi sardı. O anda bir damla yaş döküldü gözünden ve anlatmaya başladı.
Tarif edilemez bir yıkıma tanıklık etmişti. Kimileri doğal afet diye tanımlıyordu, kimileri ise cinayet. Koca koca binalar un ufak olmuş, gelecek güzel günler enkaz altında kalmıştı.
Bir tarafta sevdiklerinden koparılıp alınan hayatlar, diğer tarafta ise yedikçe bir türlü doymayan aksine daha da acıkan rant sistemi. Bu şekilde kurulan terazinin adil olabilmesi mümkün müydü? O yüzden: “Doğal afet falan değil, cinayettir yaşanan. Adını tüm açıklığı ile koymak gerekir. En aşağıdan yukarıya kadar tüm sorumlular da katildir” dedi.
İmar affı çıkaran, inşaat denetimi yapmayan, “parti devleti” kurarak sermayesini her geçen gün yeşerten AKP iktidarıdır katil. Ha unutmadan, “Ne emirname, ne imar planı, biz sizin arkanızdayız” diye inşaat şirketlerine seslenen ve kendini cumhurbaşkanı zanneden şahısların sahte gözyaşları arasında kaybolmamak gerekir. İnsanımızın hakkını, toplum olarak yok oluşumuza onay verenler mi arayacak?
Aniden durdu, soluklanmak ister gibiydi. “Aslında suçun bir kısmı da bizde” diye devam etti. “Bir çoğumuz, kısa süreli kazanımlar elde etmek için, geleceğin ipotek altına alınmasına razı oluyoruz. Susup, bu da gelir bu da geçer diyoruz. Ama geçmiyor işte, bu suskunluk dönüp dolaşıp hiçbir suçu olmayan canları alıyor aramızdan. Gök kubbe yıkılıyor başımıza, kahroluyoruz”. Tabi ki bunun 6 Şubat günü ve sonrasında yakınlarını kaybedenlerle alakası yok. Bir nevi genel tespit benimkisi.
Öyle bir ortam tarif ediyor ki, savaştan farksız. Nazım Hikmet’in “Nereden gelip nereye gidiyoruz? şiiri canlanıyor zihnimde.
“…Negatif resimcikler boşluğun karanlığında,
yaşanmamış günlerimiz
çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan…”
Dayanamıyorum bu hiçliğe, karanlığa ve her şeye rağmen şiirin devamını mırıldanıyorum içimden.
“İnsanlar sizi çağırıyorum :
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler…”
Güçsüz hissettiği için utanıyor serçe. “Küçücük çocuklar, pırıl pırıl insanlar gitti ve bir şey yapamadık” diyor. Hemen hemen herkesin bitkin olduğunu, “iyiyim” demeyi kendine zül saydığını söylüyor. Akıllarda en çok dolanan soru ise: “Ne yapmalıyız?”
Hesap sormalı, zor da olsa hukuk mücadelesi vermeli ve hiçbir zaman etkisi geçmeyecek acının yaratıcısının ve yaratıcılarının bedel ödemesini sağlamalıyız. Cezasızlık, yasın tamamlanmasını engeller ve acıyı arttırır. Buna izin veremeyiz, vermemeliyiz…