“Yeşilçam Dedikleri Türkiye” Üzerine Düşünmek
“Yeşilçam Dedikleri Türkiye” Üzerine Düşünmek
Atilâ Türk
(1949 – 2016)
Uluslararası Roman Geleneklerinde Ulusal Bir Yenilik
Servantes [Cervantes], ‘Avrupa Romanı’nın öncüsü. Daha romanın proloğunda kahramanları ile okuyucusunun arasına girer. Kendi düşünce-tutumunu verir. Tolstoy da, olayların akışını durdurup, ikide bir araya girip ahlâk hocası kesilir. Okuyucuya ders vermeye kalkar. “Estetik demokratlık”lığına karşın Dostoyevski de bu çizginin romancılarından. Bizde taklitçileinin öncüsü Ahmed Mithad Efendi’dir.
Romanın bu klasik temel çizgisi de, her şey gibi, değişti. Roman yazma’da, bu klasik temel çizi: yazar tavrı ve biçim-yazı tekniği benimsemeleri artık yıkıldı. Sanatsal düşüncenin ilkeleri planında yenileştirildi. 1850-60’larda Flaubert , 1980’larda Çekov , “objektif-kayıtsızlık, kişicil ilgiyi gizleme…” ilkelerini zorladılar. Onların soğukkanlılıklarının ardında derin manevî acılar gizliydi. Nr ki hiç biri ahlâkî vurdumduymazlık, nemelazımcılık içinde değillerdi. Gerçeğin gelişen görünümünün pasif yansıtımını önerdiler. Kahramanlarının değerlendirilmesini okuyucuya bıraktılar. Yazar olarak romanlarında gözükmekten ısrarla kaçındılar. Kişilerine romanlarında düşünce ve davranış özgürlüğü tanıdılar. Yargıçlıktan uzak durdular.1917 Ekim Devrimi’nden sonra romanda yazarın kendisi değil, amacı görülür. Artık yazar, gerçeğin bir parçası durumundadır. Gorki ile birlikte sosyalist gerçekçiliğin sanatçıl yöntemleri yasalaştırılır.
Tartışma her iki dünya’ya yayıldı. Romanın sanatçıl diyalektiği ve boyutları sistemleştirildi. Burada yazarın objektif kayıtsızlığı, onun geniş yürekliliği demek değildir. İç-öz bağımsızlığını koruyan kahramanın bilinci, algılamanın prizmasında yazarın değerlendirilmesi ile kırılır. Edebiyatın görevi, hayatın kendisinin yansıtılması ve yeniden yapılandırılmasında organik birliğine ulaştırılır.
Ülkemizde bu tartışma, romanlaşamadan şiirleşti: “önce her şey Nâzım Hikmet’ti.” Sınıflar savaşı-mapusane-Nâzım Hikmet Üniversitesi’nden yetişen romancılarımız, Reşat Fuat [O]kulu’ndan da aydınlandılar. Vedat Türkali, Türk [r]omancılığının soylu bir doruk noktasını simgeliyor. Uluslararası roman geleneklerinde ulusal bir yenilik yakalıyor, yakıyor.
“Vedat Türkali Romanı”
Vedat Türkali’nin romanlarında “sinematografik özgünlükler”, sinemacı olarak roman düşüncesi… üzerine çok yazıldı. Söylendi. Ne ki yanlış olarak İÇ-AKIM adını verdiler. Gerçek bu değildi.
Okuyucu sıkılmaz (ne söz, Kemal Tahir’in soluğunu keser). Olaylar koparılmaz, duralatılmazlar. Tersine, bu türden tüm işlevler, okuyucunun algılama-yargılama açısından gerçekleştirilir. Kimi zaman yazarla okuyucu özdeşleşir. “Vedat Türkali Romanı”nda iç içe geçmiş üçgenler söz konusudur: açı-zaman-anlatım veya yazar-roman-okuyucu üçgenleri. İşte kimileyin roman kişileri ile okuyucu özdeşleşir. Kimileyin de, yazar ile roman kişileri.
Nedendir bu özdeşleşmeler? İç içe geçmeler nasıl gerçekleşir?
Sanat yapıtı olarak [r]omanda da, [s]inemada da üç açı var. Birincisi, olayların anlatımında roman kişilerinin bize kendilerini anlatması açısıdır. İkinci açı, yazardır: onun romanda yaşayan-kendini anlatan kişilerin, ne yaptıklarını anlatışıdır. Üçüncüsü, okuyucunun (bizim) ilk iki açıyı algılama-yargılama açısıdır (açımızdır). Ayırdına varılmasa da, bu üç açı, hemen tüm sanat yapıtlarında vardır ve üçünün çakışması-çelişkisi-koşutluğunda yürür. Sanat yapıtları içinde [s]inema, bu karmaşık yürüyüşü-gidişi-yapıyı, en somut biçimde yansıtan bir sanattır. Sinema seyircisi olarak beyaz perdede kimi kişiler, olaylar görürüz. Oyuncular gelişim içindeki olayları yaşatırlar. Bu olaylar aynı zamanda bize biri tarafından anlatılmaktadır. Kendine göre, sinema sanatının tekniğine göre, bunu bize yansıtan yönetmen’dir, kamera açısı’dır, kadr’dır, ışık’tır, efekt’tir, müzik’tir. Romancılar pratikte bunu çok iyi bilirler.
Yaratılış sürecine gelince. Yazar, romana başlar: bir tip yaratmak istiyordur. Bir de bakar, tip isteklerine karşı geliyor, romancıya isyan ediyordur. Yani, romancının anlattığı ile romanın anlattığı her zaman birbirinin aynı, izdüşümü değildir.
Vedat Türkali, bir sinema ve tiyatro güzel-usta-emekçisi olarak: oyuncu-yönetmen-izleyici veya yazar-kişiler-okuyucu açılarını, zamanlarını, algılarını, yargılarını dilbilimsel bir zaman-açı iç içeliğinde, sinema-tiyatro olanaklarını romancının emrine vererek, çok sesli derinlikler içinde yalınlığı-basitliği yakalıyor. Romanın sanatcıl diyalektiği ve boyutlarını genişletiyor, yenileyip derinleştiriyor. “İstanbul Şâiri” olarak romanlarında da şiirselliği duyumsatıyor, doyumsatıyor. Bize “İstanbul Romanı” ve [İ]stanbul’un gizlerini armağanlıyor.
Süregelen ve Değişen’de Yenilik. İlk Adım: “Modern Çalıkuşu”
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımız’dan sonra Çalıkuşu romanı, Yeşil Gece’nin önüne geçti, önüne çıktı. Okur yığınları Feride’yi benimsemişti. Reşat Nuri’yi hayıflandıran bu gerçeklik değişmez kalabilir miydi? Bir dönem genç kızlarımızın düşlerine giren Çalıkuşu, Anadolu Romantizmi’ni getirirken, Bir Gün Tek Başına, Jöntürk Aydınımızın Sosyalizm Romantizmi’ni kapatmaya girişmişti. Okuyanları ağlattı, beğendirdi ve yerindirdi. Adres, orta yaşlı kuşaktan aydınlarımızca üstlendildi. Türkiye’nin tarihsel bir fırsatı kaçırdığı 27 Mayıs ortamında Jöntürk Aydınımızı otopsi masasına yatırdığı BGTB, b,r bakıma “modern Çalıkuşu” idi. 1970’li yılların okuyucularından gençler, Günsel’leri sevdi, Günsel’lerle evlendi. Yaşlıcaları, Kenan’ın intiharıyla ağlamaklı, yanlışlarından kurtulmuş saydılar kendilerini.
Çalıkuşu yazarı Reşat Nuri, Yeşil Gece yazarı olarak benimsenmeyişine hayıflanırdı. Artık, beğeni de, beğenilen de değişti. Beğendiren de değişiyor. “Bileğini, yüreğini akarsu gibi ortaya koymuş Fahrettin” “doğru söylüyor diyor Gündüz: Türkiye bir yerleri çoktan aştı. Bir çok ülkenin yüzyıl boyu kazandığını yirmi beş yılda aldık! Ne işçimiz böyleydi. Ne de biz.” Mavi Karanlık’tan sonra üçüncü adım, “grevdeki bir ilâç fabrikasının kapısında, gece yarısı karanlığında yaşamını yitiren ilâç işçisi HASAN ATEŞ’in anısına” sunuldu. Sürügelen [Süregelen] ve değişende yenilik asıl adresine yazıldı.
“Vedat Türkalilik Olaylar”
Türkiye, babadan işçi bir genç işçiler kuşağına erişirken, Vedat Türkali romanlarını sundu. Bu süreç, kapitalizmin klasik olmayan yüz yıllık gelişiminin ülkemizde yirmibeş yıla sıkıştırıldığının resmiydi. Yüz, yüz elli yıllık gelişim, bu denli hızlı çekime, zorlu çekime alınınca filmler kopu kopuveriyor: 1960’ta, 1971’de, ve 1980! “Vedat Türkalilik Olaylar” dediğim, bunlar. Yoksa elbet Aziz Nesinlik Olaylar da var. İki usta da, ustalıklarını olaylara, çelişkilere, insan derinliklerine yaslıyorlar. Ustalıklarıyla ulusal değerler olabildikleri için, uluslararası değer de olabiliyorlar. Vedat Türkali, 1985 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. Yıllardır, Batı Avrupa işçi sendikalarında, işçi derneklerinde, yüksek okul ve üniversitelerinde sinema, tiyatro, şiir, roman ve düzyazı emekleri izleniyor, okunuyor, seminerlerde inceleniyor. Federal Alman Üniversiteleri (1987 ikinci yarıyılı-yaz-sömestrinde) Vedat Türkali’yi çağırıyor. Ne ki, Vedat Türkali, alçakgönüllülüğü ile, Nobel’e adaylığı da içinde, yurt dışında emeklerine yönelmiş bu ilginin ülkemizde duyurılmasında hiç kişicil çaba göstermiyor. Oralı değil. Asıl ödülü, Türkiye demokrasi mücadelesinin başarıya ulaşmasında görüyor. İşte size bir Vedat Türkalilik Olay daha.
Vedat Türkalilik Olaylar, Vedat Türkali olmasa da, tüm neden ve sonuçlarıyla varlar. Vedat Türkali’den sonra da var olacaklar? Aziz Nesinlik Olaylar gibi.
YDT ile toplumsal sorunlarımıza ve aydın hastalıklarımıza umud ışığı yakılıyor. Bu gün yine tarihsel bir fırsat ile karşı karşıyayız: Ulusal Olana Sahip Çıkabilirsek, “Doğrulara sahiplenmede yanlış çekişmelerle uğraşarak, doğruları orta yerde bırakmamayı” bilince çıkarabilirsek. Hayatın gürbüz-doğurgan gerçeklerini, denenmişlik-yaşanmışlık-yüreklilik-süreklilik-umutlulukları, “iyiyi, doğruyu, yararlıyı birbirini çiğnemeden, yadsımadan yanyana getirmede beceriksiz kalmamayı” başarabilirsek. Bu yen, tarihsel fırsatta sancıları dindirebilecek, uzun yol kısaltılabilecektir.
Vedat Türkalilik Olaylar adını alabilecek gerçekliklerin özü burada.
• devam edecek…
Notlar
İlk olarak Yeni Açılım (Ocak 1989, s. 36-46) dergisinde yayımlanan bu yazı, Atilâ Türk vefat etmeden kısa bir süre önce bizzat yazarın kendisi tarafından tarafıma ulaştırılmıştır. Daktiloya çekilmiş metinden bilgisayara aktarılan yazı boyunca, yazarın yazım stili korunmuş olup, bazı yerlerde yayına hazırlayan tarafından yapılan müdahaleler köşeli parantezler “[]” ile eklenmiştir. Yayımlanan versiyon ile buraya aktarılan versiyon arasında, özellikle yazım açısından, bazı farklılıklar mevcuttur.
Gustave Flaubert, Correspondance, 1854-1869, Paris, 1902, seri: 3. Özellikle: Gustave Flaubert – Georg Sand, Correspondance, Paris 1981, s. 107.
A. Çekov, Polnoye Zobraniye soçineni i pizzem v 30-i tom, Moskva, 1977, cilt: 2, s. 280, cilt: 5, s. 26.
A. M. Gorki, Zobraniye Soçineni, Moskva, 1955, cil: 29. Letupis jinsni i Tvorçestya A. M. Gorgoko, Moskva, 1959, dizi: 3. Gorki’nin Romain Roland’a mektubu: Rüskiye Pisateli o Literaturnam Trude, Leningrad, 1955, cilt: 4, s. 172.
The XXth Century Novel: Studies in Technique, New York, 1932. W. Faulkner, Essays, Speeches and Public Letters, New York, 1956. Robert Weimann, 1971, Berlin-Weimar. M.Hrapçenko, Tvorçeskaya Individualnost Pissatelya i Rostuviye Literaturi, Moskva, 1972. I. Turgenyev, Sobraniye Soçineni, Moskva, 1975, 12. Cilt. Literaturnaya Nastledstva, Moskva, 1963, cilt: 70. Voproşi Literaturi, 1974 (8), 1976 (8), 1980 (3). Tartışmanın tarafları ve gelişimi için Atilâ Türk, Bir Gün de Ömürdür – Rady Fİsh ile Söyleşi, yayına hazırlanıyor.
Vedat Türkali, “Nâzım Hikmet ve Sanatı”, Barış Dergisi, 01.07.1950, sayı: 6. Ayrıca bak: Vedat Türkali, Bu Gemi Nereye, İstanbul: Cem Yy., s. 222.
Bir Gün Tek Başına (bundan böyle: BGTB), Mavi Karanlık (MK), Yeşilçam Dedikleri Türkiye (YDT).
Vedat Türkali, YDT, s. 44.
YDT, s. 555.
YDT, s. 409.
YDT, s. 5.
İlk baskısı 1969’da yapılan, Türkiye İşçi Sınıfı – Doğuşu ve Yapısı (İstanbul, Habora) kitabını “… tüm öğrenci arkadaşlarıma” (s. 8) diye ithaf eden Oya Sencer (Baydar), ikinci baskısında “kitabın on üç yıl önceki baskısında yer alan ‘ithafa’ baktım. Tek başına bu ithaf bile, onüç yılda alınan yolu gösteriyor” diyor ve bu ithafı düzeltiyor. (Oya Baydar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, 1. cilt, Frankfurt, 1982, s. 7.)
Sayın Mustafa Ekmekçi Cumhuriyet’te, Sayın Yağmur Atsız Nokta’da bu muştuyu okurlara iletmişlerdi.
YDT, s. 84.
YDT, s. 424.