YILDIZLI SEMALAR
Uzaktan gelen köpek havlamaları sabahın alacakaranlığını uyandırırken; onların sesine, yeni uyanan kuşların akortsuz sesi de eşlik etti ve günüm başladı
Uzaktan gelen köpek havlamaları sabahın alacakaranlığını uyandırırken; onların sesine, yeni uyanan kuşların akortsuz sesi de eşlik etti ve günüm başladı. Oysa geç uyumuştum ve niyetim erken kalkmamaktı. Emekliliğe daha yeni adım atmış sayılırdım ve çalışma hayatımda olanak bulamadığım sabah uykusuna hasrettim .Gerçi erken uyanmak adet olmuştu uzun yıllar boyunca ve ben yine erken uyanıyordum da; hani o işe gitmek mecburiyeti yoktu ya, özgürdüm ya; emekliliğin en büyük lutfu bu olsa gerekti. Saatin kaç olduğuna bakmak için uyku sersemliği ile gece lambasının düğmesine uzandım ama aydınlanmadı oda, belli ki yine elektrikler kesikti. Gayrıihtiyari sık sık kesilen elektriğe tedbir olsun diye hep etajerin üzerinde, hazırolda bulundurduğum el fenerine uzandı elim. Saate baktım, beşi gösteriyordu. Ne yapılırdı bu saatte? Uykum da açılmıştı. Yatakta dönüp durmanın bir anlamı yoktu kötü düşüncelerin beynimi kemirmesinden başka. Kötü düşünceler!.. Memleketimin hali!.
Kesilen elektrik ve karanlığa uyanış bile yeterdi kötü düşüncelerin davetsiz misafir gibi beynime üşüşmesine… Saymakla bitmeyen o kadar çok sorun var ki bir zamanlar cennet diye nitelenen bu adada!. Şimdilerde sadece denizi dağı ve çok az kalmış yeşiliyle sadece bir kartpostal gibi güzel. Hani derler ya içi seni dışı beni yakar diye. Maalesef bir resimde yaşamak ancak hayallerde mümkün.
Havalar serinledi. Kış yaklaştı. Eskiden ilham perilerimin geldiği şiirli, şarkılı bir mevsimdi kış. Dışım gurbetti belki ama içim sılaydı o zamanlar. Adayı uzaktan sevmek daha güzeldi sanki. Oysa şimdi kapana kısılmış, kurtulmak için çırpındıkça yaralanan bir kuş gibi hissediyorum kendimi. Memleketimin hali benden de beter. Her gün biraz daha kötüye gidiyoruz. Batacağını bile bile fırtınalı bir denizde yol alan ve her zaman olduğu gibi başkaları tarafından filikaların suya indirilmesini ve kurtarılmayı bekleyen bir geminin yolcuları gibiyiz. Kendi kendimizi kurtaracak gücümüz, yetkimiz ve yeteneğimiz yok. Kaderimizi hep başkaları çiziyor. “Dur” demeye cesaretimiz yok. Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden daha da ürkütücü şimdi ve ben bir mücrim gibi bekliyorum onu. Böyle hissetmem neden diye sorguluyorum kendimi. Teselli olacak kaçışlar bulsam da bunlar bahanelerden ileriye gitmiyor. Bu memleketin bu hale gelmesinde herkes gibi elbette ki benim de payım olmuştur. Tevekkül de bir suç değil midir?..
Ben böyle hissederken memleketin sorumluluğunu üstlenenlerin neler hissedebileceğini düşünmekse kanımı donduruyor. Onların yerinde olmak istemezdim doğrusu. Yine de birey olarak bu ada için benim veya sokaktaki duyarlı bir vatandaşın duyduğu endişelerin zerresini duymadıklarından eminim.
Sabahın alacakaranlığına uyanmak ve ışıksız olmak, pencereyi sonuna kadar açmak ihtiyacı uyandırdı. İyi ki erken uyanıp bu olağanüstü manzarayı ve sabahın tazeliğini yakalamışım. Yıldızlar vardı hala gökyüzünde ve adeta göğe asılmış fenerler gibiydiler. Kocaman kocaman yıldızlar! Gökyüzü sanki buralarda daha alçak. Yıldızların büyüklüğü de herhalde ondan. Yıllarca yaşadığım İstanbul’da yıldızları hiç böyle parlak ve büyük görmemiştim. “Ah güzel İstanbul benim sevgili yarim!.” sen çok güzelsin ama benim adam da güzel! Hem de onun yıldızları seninkinden kocaman…
Etraf yavaş yavaş aydınlanırken dağların silueti beliriyor. Işıkları hala sönmemiş olan St. Hilarion kalesi olanca ihtişamıyla yüzyıllar öncesine götürüyor düşüncemi. Sanki astral bir yolculukla zaman tünelinden geçmiş ve o zamanda yaşamışım gibi kalenin surlarından usulca içeriye süzülüyorum.
“Girne'deki kalelerin duvarlarında, geçip giden tarihi hissetmemek mümkün değildir. Beşparmak Dağları'nın kuzey eteklerinde inşa edilmiş St. Hilarion Kalesi'nin burçlarından Girne'nin müthiş manzaraları kuşbakışı seyredilebilir. Girne'ye 10 km uzaklıkta olan St. Hilarion Kalesi'ne çıkan yol düzgün ve güvenilir olmamakla birlikte 700 mt yükseklikte bulunan 480 basamak tırmanılarak kaleye ulaşıldığında insanı büyüleyen bir mutluluk verir.
Kalenin batısında Karaman ve Lapta köyleri, ufukta Korcamit Burnu bulunmaktadır. Bir harita gibi çizilmiş zeytin ağaçlarından sınırları olan tarlalar, dağların yamaçlarından Akdeniz'in mavi sularına kadar uzanan alanda gözümüze ilk çarpan muhteşem görüntüler arasındadır. Yazın alçak kesimlerde görülen kuru sıcak hava, St. Hilarion'a doğru çıkıldığında yerini serin bir rüzgara bırakır.
İkiz bir burun üzerine inşaa edilmiş St. Hilarion Kalesi'nin ismine tarihte 1191 yılında rastlanmıştır. Kale, burada ikamet eden Filistinli St. Hilarion'ı ziyarete gelenlerin artması ile manastıra dönüştürülmüş ve ismini bu azizden almıştır. Bugün kalede, eski manastır kilisesinden kalan bazı kalıntılara rastlamak mümkündür. Manastır, 11. Yüzyılda Türklere karşı korunmak için sağlamlaştırılmıştır. Kıbrıs Adası'nı ve kalelerini bir süre Arslan Yürekli Richard kontrol etmiş 1191 yılında St. Hilarion Kalesini Guy de Lusignan'a teslim etmiştir. Bu dönemde savaşların önemli noktası haline gelen kale, Kıbrıs adasının bağımsızlığı yolunda etkili bir rölü olmuştur. 140 savaşsız geçen yıl içinde kalede yenilikler yapılmış ve Lüzinyanlı asillerin dinlenme yeri olarak kullanılmıştır. St. Hilarion Kalesinin yeniden savaşla tanışması 1373 yılında olmuştur. Antakya Prensi John, burada Cenevizliler'e karşı savaştı. Venedikliler'in 1489 yılında adaya gelmeleri ile kale eski önemini yitirdi.
St. Hilarion Kalesinde üç ayrı bölüm bulunmaktadır: Kalenin üst bölümü, üzerinde bulunduğu tepenin iki uçlu olması nedeniyle Dydimus (ikizler) olarak bilinmektedir. Orta giriş bölümünde Lüzinyan kapısı yer almakta, burada açılıp kapanan bir köprü bulunmaktadır. Köprünün sağında bugün kubbesi olmayan bir kilise yer almaktadır. En alt bölümünde ise askerler, atlar ve diğer malzemelerin bulunduğu yerler vardır. Doğuda soylu kesim yer alır, batıda ise gündelik odalar bulunmaktadır. Uygarlıkların egemenliği sırasında yaşanan hareketlilikle, bugün Beşparmak Dağları'nın üzerindeki durgunluğu çelişki oluştursa da, doğayla başbaşa kalan kale, hala insanı etkileyecek bir büyüye sahiptir”. (Alıntı)
Yıldızlar parlaklığını kaybederken, güneşin doğum öncesi kızıllığı sarıyor her yanı. Yandaki koruluktan buram buram çam kokusu geliyor… Doğa ne kadar muhteşem!.. Ne kadar düzenli!.. Onu yaratana şükretmemek mümkün mü?..