Yoksa bu memleketten kaçacaklar!
“Nasıl gidiyor” dedi, eczanedeki kadın.
Dudaklarını öyle bir buruşturdu ki, aslında, yanıtını kendi veriyordu.
Öylece baktım.
Dişimin ağrısına kulaklarımdaki çınlama ekleniyor, çeneme yayılan uyuşukluk gözümü karartıyor, kime dokunsam bir “ah” içiyordum bu aralar…
Hani bir süre zamanı dondurabilsek, başka başka ülkelere dağılsak, bu arada sihirli bir el gelse, coğrafyaya dokunsa...
Akdeniz’in mavisinde yeniden uyansak...
Bir başka ülke olsa ayaklarımızın altında...
“Allah çocuklarımızı daha güzel günlere yetiştirsin” diye içten bir dua fısıldadı kadın, “Yoksa bu memleketten kaçacaklar” dedi, boynunu bükerek…
***
Böylesi temennileri devralmış, omuzlarımıza sırtlanmış çocuklarız bizler, şimdi, kendi çocuklarımıza devrediyoruz!
Umut ekleyemeden üzerine…
Işık katamadan bir nebze…
Kocaman bir belirsizlik yumağından doğmamış torunlara kazak örer gibi iğneliyoruz günü, geceyi…
Kendi yaşam kesitimizden umudu kesmiş bir sersemlikle onca savrukluğu normalleştiriyor, aslında hiç birimizin masum olmadığı bu çirkinlik abidesi düzene de güya acıyoruz…
Neyin yanlış gittiğini bilsek de, “böyle gelmiş” diyoruz, “böyle gitmesine” göz yumuyoruz, çizgi çekemiyoruz bir türlü…
Değiştiremiyoruz!.
Çok daha acısı, değişeceğine de inanmıyoruz giderek…
***
Kaç kuşak daha böyle yarınını bilmeden, ders almadan, onca kepazeliğe dur diyemeden, bu kişiliksiz, bu rezil, bu pespaye düzeni sürdürecek?
Kaç kuşak daha acaba!
Bu değirmen daha ne kadar insan öğütecek, daha ne kadar hayat?
Daha ne kadar “yarın” çiğneyecek bencillikle sivrileşmiş dişleriyle...
***
Sığındığımız limanların koynunda günü kurtarmanın geçici hazzı kayboluyor giderek.
Kurtulmuyoruz, kokuşmuş bu karanlığın içinde!
Avunuyoruz sadece!
Gittikçe kendi bokumuza batarak…
Çünkü hırsla kestiğimiz dal, üzerine oturduğumuz zemin aslında.
***
“Yoksa bu memleketten kaçacaklar” diyoruz ya…
Şükredelim, halen “memleket” diyeceğimiz bir yer var diye...