“Yoksulluk ve çöküntü”
TC Lefkoşa Büyükelçiliği, Kalkınma ve Ekonomik İşbirliği Ofisi tarafından yayınlanmış olan 2016 KKTC Ekonomik Durum Raporu, gerek kamu maliyesi gerekse küresel ve yerel bağlamda her bir sektörün ve TC kaynaklı yardımların ekonomik fotoğrafını almak isteyenler açısından önemli bir kaynak. Son dönemde gerek Ofis gerekse çeşitli Birlikler tarafından yaygınlaşmaya başlayan bu tür raporların ve temelde istatistiki verilerin, ülkenin her bağlamda planlanması açısından değeri büyük. Planlama konusundaki öngörüsüzlüğümüzün ana nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Veri olmadan, bilgi ve vizyon olmadan günün fotoğrafını göremez, geleceğin resmini çizemezsiniz.
TC Lefkoşa Büyükelçisi Sn Derya Kanbay, raporun önsözünde şöyle bir saptama yapıyor: “2016 yılına ait ekonomik verileri gözden geçirdiğimiz zaman, … hizmet sektörü ağırlıklı (turizm, eğitim) ekonomik icraatın yönünü KOBİ’lere dayalı üretim sektörüne çevirecek, çağdaş̧ ekonomilerin hızla yöneldikleri yüksek teknoloji, üretken tasarım, dönüştürülebilir enerji alanlarına yoğunlaşacak radikal adımların atılması gecikmeye uğramıştır. Yüksek öğrenim alanındaki büyümenin KKTC’ne akademik zenginlik, teknolojik dinamizm ve kültürel çeşitlilik getirmek gibi amaçlardan uzaklaşarak, adeta ticari kazanç mecrası konumuna yönelmesi ihtiyatla izlenmiştir. Toplumsal dokuda zaman içinde meydana geldiği görülen yoksullaşma ve aile yapılarında ortaya çıkan çöküntü ve ayrışmalar, ekonomik projeler ile birlikte sosyal yapıyı da güçlendirecek çalışmalara ağırlık verilmesini öncelikli hale getirmiştir.”
Bu saptamanın önemli olduğunu düşünmekteyim. Hatta bir özeleştiri olarak da okunabilir. Çünkü Sn. Büyükelçinin “toplumsal dokuda…yoksulluk ve çöküntü” vurgusu sıradan bir değerlendirme olamayacağı gibi, bunun ardındaki temel sorunun ne olduğunun da iyice tartışılması gerekir.
1970’li yıllardan günümüze, Türkiye Cumhuriyeti (TC) tarafından Kıbrıslı Türklere (sırası ile KTFD, KKTC) yapılan ekonomik yardımların belli bir ekonomik politikaya dayandığı aşikardır. Her bir dönemin kendine özel “ekonomik model”lerinin TC hükümetleri tarafından KKTC için önerildiği, tek kapı olan TC yardımları karşısındaki çaresizliğin yarattığı mecburiyetten dolayı, önerilenlerden çok fazla sapılamadığı da bir gerçektir. Hiçbir şekilde, kurgulanan ilişkinin ne KKTC ne de TC tarafında iki egemen devlet arası bir ilişki tesisi, karşılıklı çıkar ilişkisi olarak ele alınamadığı da bir diğer gerçektir. Bunun bir yanında aynı aileden olmanın verdiği yüksek toleransın yarattığı ilişki tahribatı varsa (ki bunu özellikle KKTC’deki sağ iktidar dönemlerinde gördük) bir diğer yanda da KKTC’nin kurumsal zayıflığı ve alternatifsizliği vardır. Güçlü TC devleti karşısında, devlet olarak bile tanımlanması zor KKTC arasındaki ilişkinin “denk” düzeye gelmesi ya da Kıbrıslı Türk yönetimlerin, kendi siyasi projelerini hayata geçirmeleri aslında hayal olarak kaldı.
Bu durum, “Birlikte karar verir, birlikte yönetiriz” anlayışından, “Lefkoşa karar verir, Ankara her zaman destekler” anlayışına geçebilmek için gerekli zihniyet değişimi gerçekleşmediği için olabilir. Öyle ki on yıllardır TC siyasileri tarafından tekrarlanan “Türkiye’de ne olacaksa KKTC’de de olacak.” söyleminin ardındaki düşünce yapısında, ekonomik sosyal vizyon açısından Türkiye’nin kendisi için tercih ettiği herhangi bir modeli doğal olarak kuzey Kıbrıs’a da öngöreceği, yansıtacağı mı yatmaktaydı? Burada elbette TC devletinin niyetini okuma gibi bir spekülatif yaklaşım içerisinde girmek istemem. Ancak niyetten ve söyleyenden bağımsız olarak bu tür bir siyasi dil’in, Kıbrıslı Türk toplumunun toplumsal varlığının temeli olan, halk iradesine dayalı demokratik yapısını sarstığı ortadadır. Halkın iradesini, yönetenlerin karar vericiliğini, kendi demokratik düzeni içerisinde varlığını güçlendirme gereksinimini, kendi ekonomik görüşlerini hayata geçirme ve sosyo ekonomik modelini yaratma arzusunu yok sayan bir gücün varlığını görmezden gelemeyiz.
“Kıbrıs Türk Ekonomisinin Dünü ve Bugünü” başlıklı derleme kitapta yer alan makalesinde akademisyen Bülent Evre, bize, dünden bugüne ekonomik işbirliği protokolleri üzerinden kuzey Kıbrıs’ta sosyal devletin nasıl yok edildiğini ve Neo-liberal devlet düzeninin kurgulandığını adım adım ortaya koyuyor. Bir devlet modeli olarak gerek KTFD gerekse KKTC’nin anayasal bağlamda ve öz itibarıyla sosyal devlet anlayışı ile kurulduğunu biliyoruz. Devletin vatandaşına karşı eğitimden sağlığa, öğrenimden konuta kadar her alanda güçlü sorumlulukları olduğu anlayışından hareketle öngörülen sosyo-ekonomik modelin temel bir norm olarak belirlendiğini görüyoruz. Hatta 5 Aralık 1989 tarihinde imzalanan Özal-Eroğlu protokolüne kadar da, hakim anlayışın her alanda, sosyal devletin öngördüğü düzenlemeler üzerinden hareket etmek olduğu Evre’nin makalesinde ayrıntılandırılıyor. Bu bağlamda örneğin gerek Kooperatifçiliğin geliştirilip yaygınlaştırılması gerekse KİT’lerin verimli kılınacak düzenlemelere tabii tutulması özel önem taşımaktaydı.
Neo-liberalizm tartışma ve uygulamalarını çok daha eskiye çekebilmekle birlikte, 1980’lerin neo-liberal serbest düzenine Türkiye’de Özal ile birlikte geçildiği, özellikle AKP olmak üzere tüm hükümetlerin bu rayda ilerlemesinin KKTC’ye de aynı çerçevede yansımaları olduğu açıktır.
Malum Washington konsensüsü adım adım ve mümkün olduğu ölçüde burada da yürütüldü. Vatandaş eksenli modern devlet kurgusu, sosyal politikalardan geri çekilmeyi gerektiren neo liberal aklın kutsadığı piyasa dünyasının vahşi ellerine adım adım teslim edildi. Özelleştirmelerden, özelleştirilsin diye batırmalara, mali disiplin söylemlerinden ve göç yasalarından, kamu yararının söylemde kalıp icraata dönüşmemesine, sendikaların ötekileştirilmesine kadar uzun uzadıya sıralayabiliriz, yaşananları. İnsanımız hem üretimden koparıldı, hem de kendi toprağına yabancılaştırıldığı bir model ile tanıştı.
Nasıl ki şimdi çözüme, barışa yabancılaştırılmaya çalışılıyorsa: aynı şekilde.
KKTC, bir şirket gibi olacak… “ekonomik akıl” bunu gerektiriyor. Ve bu aklın sosyal değişimine de “çöküntü” deniyor.
Evet ekonomik döngü artacak, daha çok yatırım olacak; yatırım için çevre dahil her şey mubah sayılacak; inanılmaz düzeyde teşviklerle, her türlü imkan tanınacak; ekonomi kumarhane, kadın ticareti ve uyuşturucu üçgeninde yol alıp, kara para ve mafya ekonomisi hakim güç olacak…devlet değil, şirket hem de mafya işlerinde uzmanlaşmış bir şirkete dönüştürülecek ve bunun adı yatırım, iş dünyası, gelişme olacak…Öyle mi?
Yüksek öğrenimi ekonomik sektör haline getirip ve bunun üzerinden kazanç sağlamak adına her türlü teşvikin verildiği, projelendirildiğini bilmiyor muyuz? Bunu savunan ve imkan tanıyan, “ekonomik akıl” değil de nedir, kimlerdir?
Bu “kapalı havuz”da neoliberal politikaların yarattığı insana yabancılaşmış düzen, evet mafyalaşmış bir düzenidir. Ve bu düzenin söküp atılması ve bizim süratle vatandaş eksenli, ekonomik adaletin öngörüldüğü, kalan kurumlarımıza sahip çıkıldığı sosyal bir model yaratmamız gerekir. Bunun için neo liberalizmle hesaplaşmamız şarttır ! Yoksa bataklıkta sinek avlamakla ömür tüketiriz.
Sonuçta, Sn. Büyükelçinin, “yoksullaşma ve çöküntü” ifadesine katılmamak mümkün değil.
Bir “zihniyet değişimi”ne ihtiyaç olduğu da açık. Ancak bu sadece ortaklık kurmaya çalıştığımız Kıbrıslı Rumlar için değil, hem KKTC’yi hem de TC’yi yönetenler için de geçerli bu zihniyet değişimi.
Bunları açık bir şekilde konuşmadan yol alamayacağız.