YOL UZUN, BARIŞ UZAK…
Tarihini Orta Asya’ya dayandıran ve ta oralardan Batıda Anadolu’da, Balkanlar’da, Viyana kapılarında; Güneyde neredeyse tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada at koşturarak savaşan Türklerin barışçıl bir halk olduğu söylenemez. İslam’la birlikte dini bir içerik de kazanan “fetih”, “şehadet” kavramları Türkleri savaş konusunda daha da agresifleştirdi. Cumhuriyete kadar din uğruna, halife uğruna, sultan uğruna “cihada koşan” Türkler kutsal saydıkları değerler için savaşmayı bir tür ibadet saydılar.
Cumhuriyet, Osmanlı bakiyesi topraklarda eski yayılmacılığın tersine içe dönük, savunmacı, olabildiğince etliye sütlüye karışmamaya çalışan bir siyaset izlenmesine yol açtı. Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü düstur alan devlet, içeride paranoya düzeyindeki antikomünizme rağmen, bir yandan yanı başındaki Sovyet Rusya ile “barış içerisinde yan yana yaşamanın” hassasiyetlerini gözetirken, diğer yandan eski düşman Batı ile de dengeli bir ilişki yürütmeye çalıştı. Ta ki İkinci Dünya Savaşına kadar.
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni dengelerde Türkiye, “sosyalizm ihracından” çekindiği Sovyet Rusya’ya karşı ABD ile sıkı bir ittifak geliştirdi. Bu ittifak, Türkiye’nin geçmişte bırakılan “fetih” ruhunun yeniden canlanmasına yol açan Kore savaşına katılmasını gerektirdi. Ülkeden binlerce kilometre ötede, hemen hiçbir tarihsel bağ olmamasına karşın, sırf Batı ile ittifakı pekiştirmek adına katılınan Kore Savaşında 721 asker hayatını kaybetti, 175 asker kayboldu, 2147 asker yaralandı ve savaş boyunca 234 asker esir düştü. Kore’de Türk askerine atfedilen “kahramanlık” hikâyeleri Türkiye’yi heyecanlandırdı. Bir avuç barışsever dışında toplum, evlatlarının binlerce kilometre öteye ölüme gönderilmesini mesele etmedi. O dönemde “Kore Nire?” diyerek Türkiye’yi ilgilendirmeyen bir savaşa Türk askerinin gönderilmesine karşı çıkan Behice Boran gibi barışseverler tutuklanıp yıllarca yargılandılar. Behice Boran ve arkadaşlarının “barışseverliği” Sovyet Rusya siyasetine uygun bir tür “Beşinci Kol faaliyeti” olarak değerlendirildi. O günden başlayarak, Türkiye’de savaş karşıtı olmak, barışı dillendirmek hep aynı argümanla bastırıldı: Vatan hainliği!
Vatan hainliği yaftasını boynuna asabildiğiniz herkesi susturmak, toplumdan soyutlamak ve etkisizleştirmek kolay oldu. Sonuçta Devlet-i Ali’nin bekası için gerçekleştiğinden kuşku duyulmayan, muhakkak kutsal gerekçeleri bulunan savaşlara katılmak, bunun nedenini niçinini sorgulamamak, “nasipse gazi, nasipse şehit” olarak eve dönmek, karşılanan her tabutu “vatan sağolsun” metanetiyle göğüslemek bir “milli vazife” haline gelmişti ve bunun aksini düşünen, aksi hareket eden herkes “haliyle” vatana ihanet etmekte, düşmanla işbirliği yapmaktaydı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında ufak ufak inşa edilmeye çalışılan ancak denge siyaseti yüzünden yeterinde köpürtülemeyen “Ordu Millet” miti için elverişli iklim de böylece doğdu. 1960 darbesi tam da bu hafıza tazeliğinde gerçekleşti. Ordu, millete sadece bağımsızlığını değil, egemenliğini ve özgürlüğünü de vermişti yeni mite göre… Oysa ordu açıkça anayasal bir suç işleyerek darbe yapmış, halkın seçtiklerini idam etmiş ve genç Cumhuriyetin cılız demokrasisine “asker selamı” durdurmayı başarmıştı.
1960 darbesinin heyecanını 1970’te gerçekleştirilen ikinci darbe de kesmedi. Öyle ki toplumun en devrimci kuruluşları, muhtırayı selamlamakta beis görmediler. 1970’in darbecilerinin bu kez solcu gençleri idama götürmeleri hoşnutsuzluk yaratsa, uzun yıllar vicdanları kanatsa da toplumun en muhalif kesimlerinin bile “ihtiyaç hasıl olduğunda” hızla devletin yanında hizalanmaktan kaçınmayacağını anlamak için çok beklemek gerekmedi…
Kore Savaşından, 1960 ve 1970 darbelerinden “dersini alan toplum”, 1974 Kıbrıs müdahalesinde de anında hazırola geçip asker selamı çakmakta sıkıntı görmedi. Bu kez daha iç gıcıklayıcı bir sosa bulanmıştı “Devlet-i Ali’nin ve onu yönetenlerin sonradan stratejik çıkara dönüşen argümanları”: Soydaşları kurtarmak!
Kore ve Kıbrıs “kahramanlıkları”, arka arkaya yapılan 2 darbenin suçlarını oldukça hafifletmişti ve çok geçmeden 12 Eylül darbesi geldi. Gerekçe hazırdı: Parçalanmak istenen ülkenin, yıkılmak istenen devletin bekası içindi her şey! Nitekim binlerce mel’un solcunun tutuklanması, ağır işkencelerden geçirilmesi de, Diyarbakır işkencehanesi de, Kürt köylerinin yakılıp, boşaltılıp, köylülere bok yedirilmesi de toplumun vicdanında yara açmadı. Bakmayın bugün herkesin lafın gelişi 12 Eyül darbesini kınamasına. Toplumun her kesimi, kendilerinden beklenen “öğrenilmiş davranışı” sergilemekte, “devletin yanında hizalanmakta” sakınca görmedi…
1980 öncesinde kabaran toplumsal dalga ile “konjonktürel” olarak çocuklara verilen Barış, Devrim, Eylem isimleri hızla yerini “konjonktürel” olarak verilen Kenan, Evren, Savaş isimlerine bıraktığında, “kabaranın” toplumsal bir dalga değil ama toplumun, “yaşadığı yere ve ortama göre” güçlü olanın yanında hizalandığı gerçeğini anlamak çok da zor olmadı. Toplumdaki bu güce tapma ve hızla onun yanında hizalanma itiyadı, 2002 öncesinde giderek yozlaşan, çürüyen ve çöken eski rejimin yerine konuşlanan AKP’nin yanında hizalanmada da kendisini gösterdi. Her ne kadar AKP iktidarını 2010’a milatlama eğilimi olsa da, AKP 2002 de merkez sağ ve merkez sol adına hiçbir şey kalmadığı için yükselmiş, vaktiyle merkez sağa oy kaynağı olan kesimler hızla AKP etrafında kümelendiği için kökleşmişti. AKP’nin “eski devleti” adım adım ele geçirmesi bir sonuçsa, o sonuca meşruiyet kazandıran şey, merkez sağın AKP etrafında birleşmesiydi. “Bayrak- ezan” siyaseti toplumun geneli için o denli aşina kodlar içeriyordu ki, İslamofaşizmin içerideki ve dışarıdaki uygulamalarından rahatsızlık duyup tepki verenler sadece “vatan hainleriydi” ve elbette bunlar toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir avuç entelektüelden ibaretti…
Eski rejime güç veren bereketli toprak, yeni rejime de aynı bereketi sundu: Muhafazakar- milliyetçi- devletçi kitlelerin desteğiyle mutlak iktidar! Yeter ki aynı kodları kullansınlar: Vatan, millet, bayrak, ezan!...
Eski devletin cömertçe sunduğu “Türk” ve “Türkiye” ibarelerinin, meslek kuruluşları tabelalarından hoyratça sökülmelerinin alkışla karşılanması bunun için şaşırtıcı değil zira “Türklük”, eski rejimin de yeni rejimin de farklı içeriklerle de olsa kutsiyet atfettiği bir kavram olarak ülkedeki önemini koruyor. Eskiden “ödüllendirme” aracı olarak yüceltilirken, şimdilerde cezalandırma aracı olarak yeniden kutsiyet kazanıyor Türklük… “Türk ibaresini taşımalısın, çünkü Türklük yüce bir haslettir” yaklaşımından “Türk ibaresini taşıyamazsın, çünkü ona layık değilsin” yaklaşımına evrilen bir devlet tutumudur bu… Verilmesi “onurlandırma”, sökülmesi “tenzil-i rütbe” eylemidir ve sonuçta uygulayan da, alkışlayan da aynı çizgide hizalanmıştır…
Afrin harekâtının 22. Gününde iktidarın “etkisiz hale getirilen terörist sayısını” verirken gösterdiği şeffaflığı, “eve dönen tabut” sayısında göstermemesine karşı toplumun derin sessizliğinin, kayıtsızlığının altında işte bu hizalanma yatıyor.
Eve sayısını bilmediğimiz tabutlar dönerken “vatan sağolsun” mırıltıları, annelerin yürek yakan çığlıklarına karışıyor ve “Suriye’de, Afrin’de ne işimiz var? Evlatlarımız ne adına can veriyor?” diyenlere öfkeli bakışlar, çatık kaşlar yöneliyor. Çünkü o sorunun cevabını çok renkli, tek sesli televizyonlar bağırıyor toplumun kulağına kulağına: Devletin bekası!...
Toplum, muktedirin çok renkli, tek sesli medyasından yaptığı çağrıya uyuyor: Hazır ol! Hizaya Geç! Uygun adım marş!... Omuzlarında evlatlarının tabutlarıyla uygun adım yürüyenlerin uğultusu, barışı dillendirenlerin zaten cılız olan seslerini iyice duyulmaz hale getiriyor. Yol uzun… Barış uzak… Tüm coğrafya kan ve barut kokuyor…