1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Yolculuk’ Nereye...!?
‘Yolculuk’ Nereye...!?

‘Yolculuk’ Nereye...!?

Savaştı, terördü, güvenlik endişesiydi, ekonomik zorluklardı ne kadar engel varsa aşılmaya çalışılacak ve yollara düşülecek

A+A-

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com

 

Yaz mevsimi geldi, kimilerinin çok önceden yaptığı, kimilerininse son ana kalma telaşıyla karar vermekte tereddütler yaşadığı tatil programlarının ardısıra gerçekleşeceği zamanlardayız artık. Sadece bizde değil, bu mevsimi yaşayan coğrafyaların çoğunda, adeta salgın bir hastalık haline dönüşen ‘turizm rüzgârının’ sürüklediği insanlar uzak/yakın yolculuklarına başlayacak. Savaştı, terördü, güvenlik endişesiydi, ekonomik zorluklardı ne kadar engel varsa aşılmaya çalışılacak ve yollara düşülecek. Bu kadarla da kalınmayacak, fotoğraf makinesinden telefonuna, tabletinden envai çeşit kamerasına başından sonuna bu yolculuklar ve bütün tatil anbean kaydedilerek ebedi kılınacak. Bitmeyecek, sonradan ne kadarına geri dönüp bakılacağı ya da ne kadarının hatırlanacağı meçhûl bu özel görüntüler sosyal medyada paylaşılarak, günümüzün  “geziyorum o halde varım” ya da “geziyorum ve gezerken görünüyorum o halde varım” mottosunu gerçekleştiriyor olmanın ayrıcalığı yanında, ‘ahir-i ömür’e varmadan yeni bir yer/yerler daha görüyor olmanın keyfi de yaşanacak. Kimsenin yolculuğuna, tatil keyfine karışacak, gezip yeni yerler görme arzusuna ayar verecek ya da onu kötüleyecek halimiz yok. Yolcu olana, tatil heyecanı yaşayan herkese hayırlı yolculuklar, iyi tatiller dilemek en doğrusu. Öyle de, ‘yolculuk’ bir fiil olarak da, bir metafor olarak da kendinden fazlası olduğundan mıdır, -“hayat bir yolculuktur” deyip durmuyor muyuz örneğin- bir iç hesaplaşma vesilesi, bir başka deyişle insanın dışa doğru olduğu kadar kendine doğru  yaşanan bir serüven de aynı zamanda..

Benimkisi daha çok uzaklarda yaşayan kızımı ziyaret etmek, birlikte olup hasret gidermek amaçlı bir yolculuktu; yüreğimdeki çarpıntının, içimi ürperten kıpırtının asıl sebebi de buydu. Oldukça uzun sürecek bu yolculuğa çıkarken yanıma aldığım kitaplardan birinin -üstelik kaçıncı kez okuduğumu hatırlamadığım, yaprakları solmuş ve eprimeye yüz tutmuş- Borges’e ait olması (“Gölgeye Övgü” İletişim Yayınları), sırf vakit öldürmeye yönelik (“vakit öldürmek” demişken, bize ait zamanın onu ‘öldürerek’ değil ‘yaşayarak’ geçirebileceğimiz kadar kısa olduğu gerçeği göz önüne alındığında ne denli tuhaf/saçma bir lükstür bu), gelişi güzel bir seçim değildi. Ömrünün büyük bir kısmını kaybettiği görme yetisi nedeniyle karanlığa mahkûm olarak geçiren ve “cenneti bir kitaplık biçiminde düşleyen” Borges’in, kelimelerle kurduğu hayranı olduğum o doğurgan ilişkiden, bir anlatı zenginliği/derinliği olarak devşirdiği gizemli dünyanın beni her daim kendine çeken çağrısı bir yana, O’nun aklımda yer eden “Yakın olan her şeyin uzaklaştığı doğrudur. Günbatımında, en yakınımızdaki şeyler gözlerimizden uzaklaşmaya başlarlar, görünen dünyanın benim gözlerimden uzaklaştığı gibi, belki de sonsuza dek..” cümlesi yaptığım seçimin bilinçli gerekçeleriydi. Kendi yarattığı düşsel dünyanın zamanı ve mekânı aşan sınır tanımaz genişliği ve onu kuşatan çok katmanlı özgün üslûbuyla gerçekliğin kaotik yapısından farklı anlam ve anlatım/açıklama çokluğu dile getiren Borges; zamanın adeta durduğu, geçmişe olan bağnaz tutsaklıkları nedeniyle birlikte bugünü yeniden kurgulayıp yaşayamadıkları gibi gelecek tahayyülünden de yoksun, salt kendileriyle sınırlı gerçekleri üzerine kapanmış sorun yumağı adanın taraflarından birinin mensubu olan bana, başka bir mekâna yolculuğa çıkarken, o yolculuğu salt fiziki mekân değiştirmenin değil, fizikötesi sınırların da aşılarak yeni ufuklarla ulaşıldığı bir serüvene dönüştürebilir miydi, bilmiyorum. Dönüştürebilirdi ya da dönüştüremezdi, bilinmeyenin -ya da görünür olanın arkasında saklı olan görünmeyenlerin- kendinde içkin ihtimaller çokluğunun yeni ve farklı olana zemin teşkil edebileceğine, üstüne üstlük bizatihi yolculuğun kendisinin de  kendinden çok daha fazla olan  potansiyel gücünün bunun başlangıcı olabileceğine olan inancımdan mıydı, gökyüzünde, zamanın ve mekânın geniş ve derin boşluğu içinde süzülen uçağın penceresinden dışarıya bakarken, bir yandan da o ihtimaller çokluğunun neler olabileceğini düşünmekten de kendimi alamıyordum.

Düşünmek malûm aynı zamanda hatırlamak, hatırlamaksa geçmişe demir atmak demek. Birden kendimi ergenlik sancılarıyla yüklü ilk delikanlı günlerimde buluyorum. 60’lı yılların sonları. Bıyıkları yeni terlemeye başlamış, daha hanyanın konyanın ne olduğunu anlamadan sırtına mücahit üniformasını geçirmiş, gündüzleri okul sıralarında dirsek çürütürken, geceleri omzunda silah sınır boylarında nöbet tutan, salkım saçak yıldız yumağının altında ve ıssızlığın ortasında sınır tanımaz hayallerine dalıp gitmiş halim beliriyor gözlerimin önünde. O sınır tanımaz hayallerin ağırlığı altında nasıl ezildiğimi, hangi yana dönsem bir başka duvara çarptığım o dar mekânlar içine sıkışmış, kendine çıkış yolu bulamayan hayallerimin nasıl yürek sancısına yol açtığını hatırlıyorum. Bir de, gece ya da gündüz fark etmez, bakışlarımın son, ötesini dehşetli merak ettiğim dünyalara geçit verecek ilk sınırı olarak kabul ettiğim, bana hep bir hapishanede yaşıyormuşum hissi veren, Beşparmak Dağları’nın önüm sıra aşılmaz bir engel halinde uzayan donuk siluetini hatırlıyorum. O günlerde bütün derdim bir an önce o dağları aşıp geçmek, bir kuş kadar özgür olacağım, hayallerimin gerçekleşeceği -öyle sandığım- zamanlara ve mekânlara ulaşmaktı. Belki ada ve adalı olmanın doğal kaderiydi bu, nihayetinde küçük ya da büyük bütün adaların onları başka mekânlardan ayıran doğal sınırları vardı (denizler) ve her adanın/adalının öyle ya da böyle bir kuşatılmışlık/yalıtılmışlık hissi duyması ve buradan şu ya da bu saikle kurtulmak, o sınırların ötesine gitmek arzusu anlaşılır birşeydi. Ancak o ada Kıbrıs olunca iş değişiyordu. Değişiyordu çünkü Kıbrıs, sadece kendi doğal -doğal olduğu için de daha kolay ve istenildiği zaman aşılabilir- sınırlarına mahkûm bir ada değildi.  O, üzerinde yaşayanların siyasal-tarihsel- kültürel  gerekçelerle yarattığı -ve yarım asrı aşkın bir süredir çözüme ulaşılamayan- bir sorun yumağının yol açtığı,  siyasal olanından psikolojik olanına, fiziki olanından zihinsel olanına kendi içinde farklı sınırlara da mahkûmdu ve bunun yarattığı mağduriyet halleri, üzerinde yaşayanlarda hiç eksik olmayan -hatta varoluşsal gerekçeleri haline dönüşen-  oradan ‘çekip gitmek/kaçıp kurtulmak’, ‘özgür olmak’ arzularının da sebepleriydi. Bu o kadar öyleydi ki, ada üzerinde yaşayan nüfustan daha fazlasını zaman içinde uzak/yakın farklı dış mekânların yollarına düşürüyor, uzak/yakın bu mekânlar onların yeni yurtları oluyordu. Geride kalanlarda her zaman için ‘gitmek’, gidenlerde ise her zaman için ‘geri dönmek’ ise sahici bir özlemle, sahici olmayan bir özlemin  -aslında gerçekleşmeyeceğini bile bile- bir gün gerçekleşeceği tahayyülü  arasında salınan paradoksal bir duygu olarak yaşanıyordu.   

Farklı kuşakların ada ile ilgili bu ortak kaderi benim kuşağım için de geçerliydi. Nitekim bizim kuşak da büyük oranda bu kaderi paylaştı. Sonunda beklenen gün geldi, ağırlıklı olarak yüksek öğrenim nedeniyle, -en azından bana, kendimi hayallerimin dünyasından uzak tutan bir hapishanenin duvarı gibi görünen-  Beşparmak Dağları aşıldı; hayallere, o hayallerinin geçekleşeceği mekânlara, özgürlüğe doğru yolculuğa çıkıldı. Evet sınırlar aşıldı, yeni mekânlara gidildi.  Kimilerimiz  gidilen bu yerlerde kaldı, kimilerimize o mekânlar da dar geldi, oralardan başka yerlere göç edildi. Kimilerimiz gittiği yerlerden geri döndü, kimilerimiz ancak çok sonraları geri dönebildi, kimilerimiz ise hiç geri dönmedi. Nesilleri kuşatan benzer hikâyeler ardı sıra yaşandı durdu.

Şu anda çıktığım uzun yolculuğun sonunda, yıllar sonra adanın ortak kaderini paylaşan ve kendine uzaklarda hayat kuran kızımın yaşadığı yerdeyim. Pencereden dışarıya bakıyorum..Eli kulağında diyorlar ama buralarda yaz mevsimi henüz başlamadı. Tatlı bir hava var. Önüm sıra irili ufaklı ağaçların dört bir yanı kuşattığı, yeşilin hâkim olduğu bitki örtüsü içinde öbek öbek rengârenk çiçek yığınlarının bir nakış gibi işlendiği, adeta kusursuz bir tablo, gözlerimin önünde genişliyor. İtiraf etmem gerekir ki, bir süreliğine de olsa, zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak  geldiğim, kızımla hasret giderdiğim bu coğrafyada gezdiklerim/gördüklerim, rutinin sıkıcılığını ortadan kaldırması bir yana, yeni ve farklı olanı gözlemlemek ve yaşamak açısından da ilginç bir deneyimdi. Ancak yakında bitecek olan bu serüvenin sonuna yaklaşırken, kendimi içinde tutsak hissettiğim, hayallerime ve özgürlüğüme kavuşmak adına bir an önce çekip gitmek için çırpındığım ilk delikanlı günlerimden bu yana geçen zamanı, artık yaşlılığın limanına demir attığım şimdilerde yeniden düşünmeden de edemiyorum. Peşim sıra gelen büyük soru ise şu: Fiziki sınırları aşıp geçmek, başka mekânlara ve zamanlara ulaşmak aradığım o özgürlüğü ne kadar getirmiş, hayallerimin ne kadarını gerçek kılmıştı? Hiçbir şeyin kusursuz bir tamamlanmışlığa ermeyeceğine, mutlaka eksik olan bir şeylerin kalacağına, hayatın temel dinamiğinin de bunun peşinden gitmek olduğuna olan inancım bir yana; bizi kuşatan ve engel teşkil eden sadece mekânları belirleyen fiziki sınırlar mıydı, yoksa kendimizin (kendi zihnimizin ve kendimizle ilgili -ideleojik, kültürel, psikolojik- vb. birçok şeyin) kendimize çıkardığı, içene hapsettiği, aşmakta zorlandığımız, ufkumuzu daraltan sınırlar da var mıydı?

Tam da burada karanlık dünyasında her türlü sınırı aşarak geniş ufuklara demir atan Borges gibi, ömrünün çoğunu yatağına mahkûm olarak geçiren, ancak yazdıklarıyla sınırsız yolculukların yolcusu olan Marcel Proust’un o  veciz cümlesini hatırlıyorum:  

“Tek gerçek yolculuk, aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”

İşin sırrı galiba burada.

İnsan, nereli olursa ya da nerede yaşıyor oluyorsa olsun, sınırlı ömrünün sonuna doğru sürdürdüğü yaşam yolculuğunu, kendini kuşatan ve sınırlayan dışındaki fiziki sınırları ve kendi içinde kendi yarattığı ve mahkûmu olduğu metafizik sınırları aşabildiği, anlam ve düşünce/duygu dünyasını yoğunlaştıracak geniş ufuklara ulaşabildiği oranda kendini keşfedebilecek/yeniden yaratabilecek, bunu başarabildiği oranda kendisiyle ve başkalarıyla çok daha yapıcı ve olumlu ilişkiler kurabilecektir.  

Geri dönüş zamanı yaklaşırken,  yolculuğun/yolculukların ‘nereye’ olduğundan çok ‘nasıl’ yaşandığının/yaşandıklarının, insanın bizatihi kendisinin ve dünyanın bugünü ve geleceği adına, çok daha önemli olduğunu düşünüyorum..

 

 

Bu haber toplam 2623 defa okunmuştur
Gaile 422. Sayısı

Gaile 422. Sayısı