Yolcusu Olmayan İstasyondaki Peron…
Alacakaranlık gibi iner içimize puslu hayaletler…
Sana baktığım zaman, içindeki şeffaf gölgelerle bezenmiş korkularını, kırılgan ruhunun yarattığı sessizliğini, yıllar önce sevdiklerini teker teker kaybetmiş bir insanın yüreğindeki yalnız bir çocuk resmini, canı yanmış masumiyetini, yine içine akıttığın gözyaşlarıyla hüzünlendirdiğin sevdaların gelir aklıma.
Alacakaranlık gibi iner içimize puslu hayaletler…
Bir daha rastlanması zor olan, hatta mümkün olmayan, inancın kaybolduğu rıhtımda, boşuna bekleyiş sevdalarında, yine de hasretle, gelmeyecek olan adı konulmamış bir sevgiyi, bir şefkati, bir kucaklaşmayı bekleyen yolcular gibi kendi içimizdeki istasyonumuzda dolaşırız sessizce, çaresizce, hiçbir ipucu vermeden kendimiz hakkında.
Ve hep aynı cümleyi söylemek isterdiniz sizin bu halinize anlam veremeyenlere, “hiç bir şey göründüğü gibi değil.”
Sıcak ve konforlu bir odanın içerisinde veya
Soğuk ve küf kokan bir evde veya
Ulu ağaçların çevrelediği bir köşkte, ağlamaktan uyuyakalmış bir annenin, mağrur bir babanın, bir kadının, bir adamın, bir sevgilinin, bir evladın, bir insanın “bundan sonra ben ne yapacağım” diye düşünen ve korkan halini göstermek isterdim.
Çok sevseniz bile, bir gün bunun bitebileceğine şahit olmanız,
Ruhunuzu sonbahar mevsimine azat etmeniz,
Tüm bunların verdiği ağır ve umutsuz bir kıvranış,
Ve kendi yaşantınızla birlikte kaç hayatı da acımasızca çiğnediğinizi bilmeniz…
Çok uzun zaman bu korku ve hüzünle yaşarsınız.
Bu duyguları bastıracağını hep umut ettiğiniz her sesin peşinden gidersiniz.
Çoğu zaman durmanız gerekirken, inat ederek, kendinizi inciteceğinizi bilerek, hesaba katarak koşarcasına dipsiz bir kör kuyuya düşmeniz, belki de hep bu özlem yüzündendir.
Kendi içindeki çığlıktan, hiç dolmayan boşluktan kaçmaya çalışan birisinin durması mümkün müdür?
Çığlıktan kaçarak kurtulacağını sanman, seni daha fazla fırtınalarla dolu bir sessizliğe bırakmaz mı?
İyileştirmesi gereken kendi yarasının olduğunu bilmeyen birisi, bunu nasıl anlayabilir ki?
Çok uzun zaman bunu taşırsınız ve bir gün bakarsınız ki artık yoruldunuz.
Farkında olmadan, olamadan sizi her seven insandan aslında aynı şeyi beklediniz,
Bunu elinizde olmadan istediniz.
Bu da olamayınca, onların sizi isteyerek üzdüklerini düşündünüz.
Karşınızdaki sizin içinizdeki ağır yükleri nereden bilebilecekti?
Ve işte bu yüzden sevgi sözcüklerini, boşa vakit harcama gibi değersiz kıldınız.
Oysa yerinde ve doğru kullanıldığı zaman insanı hayata döndüren, yaşama sevincini yeşerten ve içindeki mutluluk kanatlarının, bir kelebek misali inatla, bir gün daha yaşayabilme hevesini verebilen sözcüklerden kendinizi neden esirgediniz?
Hem kırıldınız, hem kırdınız, hem parçalandınız, hem de parçaladınız.
İşin en acı tarafı hiçbir zaman var olmayan bir kavgada, ölmüş bir insan gibi dolaştınız kendi içinizde,
Bir hayalet gibi uzak kaldınız güzel her ne varsa…
Mutluluklarınızı avuçlarınıza aldığınız işe yaramaz kâğıtlar gibi buruşturup attınız.
Bununla da kalmadınız, başka hayatların içine de bu hüznü ve efkârı taşıdınız.
Sizi gerçek anlamda sevecek olan sevdalara,
Saçınızı şefkatle okşayacak bir anne, bir baba ve evlat ellerine, yüreğine kendinizi kapattınız.
Bir evlada hasret kalış, bir aileye özlem duyuş, içinizde yok etmeye çalıştığınız merhamet ve sevgi kırıntılarını, şuursuzca bataklığa isteyerek fırlatmanız, sizi daha az merhametsiz yapmıyor, sizi daha az sevecen yapmıyor, yapamıyor.
Öldürmeye çalıştığın bu duygularını, bir akşam vakti, Efkaliptos ağaçlarının köklerindeki bataklığa nefretle gömmeye çalışman bile seni daha az sevgi dolu kılmıyor.
Özünde her ne taşıyorsan sen osun…
Değişemezsin.
Sadece öyle sanırsın.
Unutulmuş bir yerde olsa da, kıyısında köşesinde kalbindeki, yüzündeki ve ruhundaki güzel duyguların hala duruyordur, bunu fark etmesen bile.
Soğuk ve sert esen bir sonbahar sabahında, zeytin ağaçlarının arasında yürürken, daha evvelden hiç alışık olmadığınız bir mutlulukla yüzünüzün gülümsediğinizi hissettiniz ana dek…
Hayatınızda değişen diğer mutluluk çizgileriyle…
Yüreğinizde tadını unuttuğunuz sevinç, huzur, şefkat duygularıyla…
Ve bunu başarmanın verdiği yorgun ama hayata mağlup olmamış bir samurayın yüzüyle,
Yürüyorsunuz korkusuzca.
Sevmekten artık korkmuyorsunuz,
Yalnızlıktan artık korkmuyorsunuz.
Sebebi, belki de korkacak bir şeyinizin kalmadığındandır…
Belki de tüm yüklerinizin sırtınızdan, omuzlarınızdan indiğindendir.
Bir daha rastlanması zor olan, hatta mümkün olmayan, inancın kaybolduğu rıhtımda, boşuna bekleyiş sevdalarında, yine de hasretle, gelmeyecek olan adı konulmamış bir sevgiyi, bir şefkati, bir kucaklaşmayı bekleyen yolcular gibi kendi içimizdeki istasyonumuzda artık dolaşmadığımızı, tüm acı veren kapıların kapandığını, yolcu kalmadığını anlarız ve sessizce ama mutlulukla, ayrılırız perondan…
Ara sıra hatırlamaya çalışsak bile, hafızamızdan tümünün de silindiğini, hatırlayacak bir şey de kalmadığını anlarız.