1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Yönetemeyenler korosu” eşliğinde Ambalajlı su döneminden, ambalajlı musluk dönemine geçerken
“Yönetemeyenler korosu” eşliğinde Ambalajlı su döneminden, ambalajlı musluk dönemine geçerken

“Yönetemeyenler korosu” eşliğinde Ambalajlı su döneminden, ambalajlı musluk dönemine geçerken

“Yönetemeyenler korosu” eşliğinde Ambalajlı su döneminden, ambalajlı musluk dönemine geçerken

A+A-

 

Birol Karaman
[email protected]

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun bir “devlet geleneği” olarak ilk yurt dışı ziyaretini Kıbrıs’ın kuzeyine gerçekleştirmesi ile birlikte su konusunda yaşanan tartışmalar yoğunlaşmış, bunun ardından ülkeyi yönetmekle yükümlü yetkililerin ifade ettikleri görüşlerle de toplumda yaşanan tedirginlik artmıştır.
Geçtiğimiz haftalarda günlük yayın yapan gazetelerimizden Kıbrıs Postası’nda “suyun yönetimi” ile ilgili Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı tarafından hazırlanıp Başbakanlık’a sunulduğu iddia edilen bir yol haritası yayınlandı.1 Bu yazının kaleme alındığı güne kadar bunu yalanlayan her hangi bir gelişme de yaşanmadı. Bu bakımdan söz konusu yol haritasını şimdilik doğru bir veri olarak kabul edebiliriz.

Bu satırların yazarı olarak hayatı boyunca olaylara ve durumlara hep umutla bakmaya çalışan birisi olarak ifade etmem gerekir ki -olağanüstü bir gelişme olmazsa- suyun kamu tarafından yönetimi ile ilgili mücadeleyi kaybettiğimiz anlaşılıyor. Bununla birlikte önümüzde yepyeni bir mücadele alanı daha açıldığını da eklemek isterim. Ambalajlı su döneminden ambalajlı musluk dönemine geçerken, su hakkının yeniden topluma iade edilmesi ile ilgili uzun soluklu bir mücadeleye hazırlanmamız gerekiyor.

“Yönetemeyenler korusu”

Kıbrıslılar açısından Kıbrıs Sorunu’ndan daha eski sorunlar listesi yapmaya kalksak ve listede yer bulan konuları sıralamaya çalışsak hiç kuşkusuz “su sorunu” bu listede kendine üst sıralarda yer bulur. Eğer öyle olmasaydı adamızın çeşitli yerlerinde Osmanlı Dönemi’nden kalma su kemerlerine, boru hatlarına rastlamaz, İngiliz İdaresi Dönemi’ne ait su raporlarına ulaşamazdık.

Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2004 yılı tahminlerine göre günde 6.000 çocuğun, yeterli su bulunamamasından kaynaklanan nedenlerle hayatını kaybetmekte olduğunu, BM raporlarına göre ise içinde bulunduğumuz yüzyılın ortasında en iyi senaryoya göre 48 ülkede 2 milyar insanın su kıtlığından etkileneceğini de not etmek gerekiyor.2

Bu bakımdan ne Kıbrıslıların su sorununu kendilerine has bir sorunmuş gibi algılamak ne de yeni yeni ortaya çıkan bir sorun olduğunu düşünmek gerekir. Önemli olan sorunu doğru tespit ederken bunun çözümüne yönelik politikaları da doğru bir temelden başlayarak geliştirmektir.

Bu açıdan yaşamın vazgeçilmez unsurlarından olan suyu bir meta olarak mı algıladığımız yoksa onu temel bir insan hakkı olarak mı kabul ettiğimiz önemlidir. Bugüne kadar ülkeyi yönetmekle yükümlü kişilerin yaptıkları açıklamalara bakılacak olursa esas problem buradan kaynaklanmaktadır. 1980’li yıllarından itibaren etkisini iyice hissettirmeye başlayan neo-liberal politikaların da etkisi ile su gibi temel bir madde bile satılacak bir meta olarak algılanmakta ve dolayısıyla bu noktadan hareketle geliştirilmeye çalışılan politikalar da aynı çerçevede şekillenmektedir. Nitekim bu durum “yönetemeyenler korosu”nun önde gelen temsilcilerinden, Çevre ve Doğal Kaynaklar Eski Bakanı Hamit Bakırcı tarafından da bu şekliyle ifade edilmişti. Ne demişti Sn. Bakırcı? “Türkiye’den gelecek olan suyu bir ideoloji uğruna heba etmeyelim.” Bakırcı’nın eksik bıraktığı nokta ise suyun hangi ideoloji ile “heba edilmesinin” önleneceğiydi.

Türkiye-IMF ilişkileri ve “Kıbrıslı Türklerin IMF’si”

Dünyanın birçok yerinde kamusal kaynakların ve hizmetlerin, kamu yönetiminden uzaklaştırılarak özel şirketlere devredilmesi ile ilgili politikalar etkisini artırırken, ambalajlı su sektörü de bunun nimetlerinden yararlanmaktadır. Bugün artık musluklardan akan suyun sadece temizlik ve kullanım suyu olarak değer bulması ve içme suyunun “ambalajlı su” olarak tanımlanan damacanalardan karşılanması bunun en tipik örneğidir. Nitekim Türkiye genelinde damacana suda % 12, perakende su pazarında ise % 25’lik bir pazar payına sahip olan NestleWater Türkiye Genel Müdürü Serdar Seyhanlı, bir dergiye vermiş olduğu röportajda bu konuya vurgu yapmış ve “dünya su pazarının 2007’den 2012’ye kadar % 6 büyüdüğünü” söylemiştir.

Seyhanlı aynı röportajda bu büyümeden Türkiye’nin de nasibini aldığını ve su sektörünün 2012 yılında bir önceki yıla göre % 25 büyüyerek 3,6 milyar TL’lik bir pazar haline geldiğini ifade etmiştir.3 Sn. Bakırcı’nın ve “yönetemeyenler korosu”nun diğer üyelerinin sözünü ettikleri “ideoloji” bu olsa gerek.

Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların Türkiye ile imzalamış oldukları çok sayıda anlaşma sebebiyle kamu kurumları su yönetiminden uzaklaştırılmış, devlet bu alana yatırım yapmaktan vazgeçmiştir.4 Çeşitli vesilelerle “KKTC’nin IMF’si” olduğunu ifade eden Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri bizim de bu yolu takip etmemiz konusunda fazlaca ısrar ediyorlar anlaşılan. En azından “yönetemeyenler korosu”nun ortaya koyduğu argümanlardan bu anlaşılıyor.

Bu noktada öncelikle dünyada suyun özelleştirilmesini savunan kurumların tezlerine, ardından da bizim koro elemanlarının ifadelerine bir göz atmakta fayda olduğu inancındayım.

“2030’da yaşanacak su krizine doğru”

IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve diğer finans kuruluşlarının teşvikleriyle dünya genelinde 2030 yılında bir “su krizi” yaşanacağına, hatta ve hatta bunun savaşlara yol açacağına dair çeşitli senaryolar yazılıp, çiziliyor. Birçok kaynakta bu “krizin” önlenebilmesi için hali hazırda kıt olan kaynakların en iyi şekilde değerlendirilmesi ve su kaynaklarının tam kapasite kullanılması gibi genel öneriler yapılmaktadır. Hemen tüm kaynaklarda bu sorunların çözümü noktasında yapılan öneriler de birbiri ile benzeşmektedir. Bu “kriz” nasıl aşılacaktır? Pek tabii ki piyasada rekabet ortamı yaratılarak, yani su özelleştirilerek!

Oysa yukarıda da ifade edilmiş olduğu üzere damacanalarla hayatımıza giren “ambalajlı sular”ın ciddi bir rekabet içerisinde olduğu aşikârdır. Bu kadar geniş rekabet koşulları içerisinde bile fiyatları litre başına 0,15 ile 0,30 TL arasında değişen damacana suları düşündüğümüzde gidilecek köyün minareleri bellidir. Piyasada geçerli olan su fiyatları ton başına hesaplandığında ortaya çıkan fatura korkunçtur. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda su kıtlığı sebebiyle yaşanacak bir krizden çok, yoksul insanların suya erişimi ile ilgili bir krizden söz edilebilir ancak.

Bu arada özelleştirme yanlıların “rekabet kalite getirir” sloganını da unutmamak gerekiyor. Bu kadar rekabetin içerisinde her yıl gerekli hijyen koşullarını sağlayamadığı için üretimi durdurulan veya piyasadan toplatılan markalarla ilgili haberler hafızalarımızda canlıdır.

Gelelim Türkiye’den gelecek olan suyu “bizim yönetemeyeceğimizi” iddia eden koro elemanlarına. Efendim, biz neden yönetemiyormuşuz bu suyu? Çünkü bizim bu kapasitemiz yokmuş! Türkiye’den gelecek olan bu kaynak çok değerli bir kaynakmış ve biz bunu heba edemezmişiz! Hele hele öyle belli ideolojiler uğruna… Asla!

Kapasitemiz olmadığı ile ilgili iddianın bir yönüyle gerçeklik payı olduğundan hiç kimsenin kuşkusu yok. Bugün bu ülkede Su İşleri Dairesi’nin getirildiği nokta bu anlamda içler acısıdır. Teknik personeli olmayan, arızalara müdahale edecek ekipmanı bulunmayan bir Su İşleri Dairesi sadece Türkiye’den gelen suyu değil, dünyadaki hiçbir suyu yönetemez. Ancak bugün gelinen noktanın, örneğin teknik eleman eksikliğinin, bu daireye her altı ayda bir müdür atanmak suretiyle içinin boşaltılması sonucu oluştuğunu, yani siz sevgili koro elemanlarının da içinde yer aldığı siyaset kurumunun aldığı kararlar sonucunda meydana geldiğini niye gizlemeye çalışıyorsunuz? Aynı şekilde “Su İşleri Dairesi arızalara bile müdahale edemiyor” diyerek suyun özelleştirilmesini yutacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. “Lefkoşa’da Sanayi Bölgesi’ndeki bir arıza, Su İşleri Dairesi tarafından giderilemediği için özel sektöre Bakanlar Kurulu kararıyla 200.000 TL’lik ödeme yapıldı” gibi komik bir argümanla da yola çıkmaya, televizyon ekranlarından bunun propagandasını yapmaya çalışmayın. Çünkü bunun uzun yıllardan beridir bu daireye almadığınız ekipmanlar sebebiyle ortaya çıkan bir “ihmal faturası” olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Bunun yerine kaynakların etkin kullanımını kendinize hedef olarak seçin ve su konusunda çeşitli yetkileri bulunan bazı daireleri birleştirmeyi gündeminize alın. Mesela 80’li yılların sonunda sırf yeni makam yaratılacak diye ayrıştırılan Su İşleri Dairesi ile Jeoloji ve Maden Dairesi’nin yeniden birleştirilmesini gündeminize alın. Veya birçok teknik dairede bulunan ama kimisinde kaynakçı olup, tornacı olmayan, kimisinde makinist olup, elektrikçi bulunmayan makine ve ikmal şubelerinin ortaklaştırılması konusunda adım atın. Seçimlerde oy kaybeder miyim diye düşünmeyin örneğin, yerel yönetimler reformunu hiç vakit kaybetmeden gündeminize alın. Suyun hak olmasından kaynaklanan, verilerin şeffaf bir biçimde paylaşılması noktasında da adım atabilirsiniz mesela. Hem bunu yaparsanız, sivil toplum örgütlerinde, meslek odalarında, üniversitelerde çalışan araştırmacıların daha sağlıklı projeler üretmesinin de önünü açarsanız. Böylelikle gidip gelip birilerinin size ucundan gösterdiği projeleri de bize çağdaşlaşma projesi olarak yutturmak zorunda kalmazsınız. Biz öyle yapacağız, konuşmaya ve yazmaya devam edeceğiz.

--------------------------------------------

1 http://www.kibrispostasi.com/upload/pdf/8_ARALIK_KAPAK_548536a7.pdf
2 Çiçek, E. Kâr mı? İnsan hakkı mı? Bir insan hakkı olarak su hakkının dava edilebilirliği, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 80, 2009.
3 http://www.dunyagida.com.tr/haber.php?nid=3328
4 Türkiye’de suyun özelleştirilmesi ve su hakkı, Derleyen: Yüce, N.,Hasenpusch, C. ve Erdoğan, E. www.suhakki.org

Bu haber toplam 1648 defa okunmuştur
Gaile 298. Sayısı

Gaile 298. Sayısı