1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Yukarı Arodez’de bir otobüste dünyaya gelmişti...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Yukarı Arodez’de bir otobüste dünyaya gelmişti...

A+A-

Lapta bölgesindeki “kayıplar”ın bulunması için bize yardımcı olan değerli insan Zerrin Öder, geçtiğimiz hafta içerisinde, 5 Kasım 2021’de yaşamını yitirdi. Zerrin hanım, uzunca bir süredir kanserle mücadele etmekteydi...

Çok değerli arkadaşımız Aycan Saraçoğlu’nun annesi olan Zerrin Mustafa Asım (evlendikten sonra Zerrin Öder), 11 Aralık 1941 tarihinde, Baf’ın Yukarı Arodez köyünde otobüste dünyaya gelmişti...

Zerrin Hanım, Turgut Öder’le evlenmiş ve beş evlatları olmuştu... Evlatlarından Ercan Turgut, Türkiye’de faşistler tarafından öldürülmüştü...

 

YARDIM ETMİŞTİ...

Lapta bölgesinde bazı olası gömü yerlerini bize ve Kayıplar Komitesi yetkililerine gösteren rahmetlik Zerrin Hanım, “kayıp” bir Kıbrıslırum’un bir kuyuda gömülü olduğu yönünde bildiklerini aktarmış ve bize kuyunun bulunduğu bölgeyi de bizzat göstermişti... Daha sonra Kayıplar Komitesi yetkilileri yaptıkları kuyu kazısında sözkonusu “kayıp” şahıstan geride kalanları bulmuşlardı... Zerrin Hanım, kazıyı da yakından takip etmiş ve kazı ekibini de bilgilendirmişti... Onu Kayıplar Komitesi yetkilileriyle birlikte ziyaretimiz 24 Haziran 2015’te yani bundan tam altı sene önceydi... 8 Temmuz 2015’te, bu sayfalarda onu bu ziyaretimizle ilgili olarak şöyle yazmıştık:

“...Biz de Lapta’da, Londra’da yaşayan arkadaşımın annesini bulmaya çalışıyoruz, arkadaşımın annesi de bize olası bir gömü yeri gösterecek…

Londra’da yaşayan arkadaşımın anlattıklarına bu sayfalarda geçtiğimiz günlerde şöyle yer vermiştim:

“Bir başka okurum ise bana babasının Lapta’da “kayıp” bir Kıbrıslırum’u bir kuyuya gömdüğünü anlatıyor.

“1974’ten sonra Lapta’ya taşındığımız zaman babam ağaçların altında bir Kıbrıslırum askerinin ölü olarak yattığını görmüştü. Onu bulduğu yere gömmüştü. Ancak bir süre sonra bu bahçe başka bir şahsa verilince ve o şahıs bu bahçede bir takım faaliyetlere girişince babam bu yüzeysel mezarın açığa çıkacağını düşünmüş ve kaygılanmış.  Bunun üzerine mezarı açarak bu “kayıp”tan geride kalanları toplamış, evimizin az ilerisinde bulunan bir kuyuya gömmüş bu kaybı…”

Okurumun babası artık hayatta değil ancak annesi hayatta. Gidip annesini ziyaret edeceğim, bakalım okurumun sözünü ettiği bu kuyuyu bulabilecek miyiz, okurumun annesi bakalım bu konuda neler anlatacak…”

Okurumun annesini buluyoruz Lapta’da ve bize bir “kayıp” şahsın arka bahçelerinde bir ekşi ağacının altına gömüldüğünü ancak zaman içinde köpeklerin burayı kazarak ondan geride kalanların açığa çıktığını anlatıyor. Bu Kıbrıslırum’un üstünde bir el bombası da varmış… Bu bombayı üstünden almışlar ve onu eski bir evin arkasındaki bir kuyuya gömmüşler.

Arkadaşımın annesiyle birlikte arabaya biniyoruz ve hep birlikte Lapta’da ilerliyoruz, bize bu eski evi göstersin diye ilerliyoruz…

Bu ev, büyük, taştan bir ev, çok güzel bir ev, 1974’ten bu yana bu evde hiç kimseciklerin yaşamadığını öğreniyoruz… Lapta’da öylece yıkılıyor, zamana karşı yapayalnız direnmeye çalışıyor… Okan Oktay’la Kallis eve girmeye çalışıyorlar ancak 40 yıllık ihmal, bahçesini otların, çalıların bürüdüğü korkunç bir yere dönüştürmüş… Evin içinde pek çok top buluyorlar, çocuklar topları bu eve düştüğünde, gidip onları almaya cesaret edememişler besbelli!

“Sanki de perili bir ev bu” diyor Okan Oktay…

Fotoğraf çekiyoruz, koordinatlar alıyoruz – Kallis de bu evin geçmişte havadan çekilmiş fotoğraflarını bulmaya çalışacak ki evin arkasındaki kuyunun yeri belirlenebilsin…

Okurumun annesine teşekkür ediyoruz ve onu evine bırakıyoruz…”

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – 8 Temmuz 2015).

7575.jpg

 

ANISINA İKİ ŞİİR...

Biz de Zerrin Hanım’ın ailesine başsağlığı diliyor ve bu iyi yürekli kadının ölümünün acısını paylaşıyoruz...

Zerrin Hanım’ın anısına, şair kızı, değerli arkadaşımız Aycan Saraçoğlu’nun onun için bir yıl arayla kaleme aldığı iki şiiri paylaşmak istiyoruz... Şiirlerden birincisi, annesi hasta yatırken bir yıl önce yazılmış... Şiirlerden ikincisi ise, annesi vefat ettikten sonra kaleme alınmış...

 

ANNEMİN YAŞINDAYIM

Günler, haftalar, aylar geçerken

umuttur sabrı zorlayan.

 

Sadece nefes alsa da yanımdaki can,

ömrüme ömür katan.

 

Korkuyla beklemek sabahları.

Bugüne direndin, yarına da diren umutları.

 

Aynı havayı solurken bu odada anacığım,

senin yaşındayım.

 

Bak 2020 de gitti

ve sen güzel kadın aylardan sonra,

açtın gözlerini.

Masum bir çocuk gibi baktın.

 

Sevdiklerine en güzel hediye oldu

sesin, tebessümün.

 

Direndik, umut kazandı yine.

Bir mucize ışığınla

hoş geldin…

 

Aycan Saraçoğlu

 

YARIM KALIR HEP

(Güle güle anne)

Kavuşmalara inattır

tüm ayrılıklar.

 

Biraz bekle desek de

yarım kalır her hayat

 

Cimrileşir bir anda,

su gibi harcadığımız zaman.

 

Her yaşamdan uzak düşenle,

acısı tatlısıyla

film şeridine dönüşür anılar.

 

Vakit geldiyse eğer

dil laldır göz kör.

 

Vicdanımızla kalırız bir başımıza başucunda.

Her gidişin bir sebebi vardır elbet.

 

Canımız yanar,

yine de alışırız

o dayanılmaz acıya.

 

İçimizdeki boşlukta bir kor kalır vedaya firsat bulamadan.

Her uzaklaşıp, kopup gidenden yüreğimize, belleğimize kalanlarla

yaşanmaya devam eder hayat.

Aycan Saraçoğlu – 7.11.2021


“Azerbaycan: Zafer kazanmış bir ülke ve mağlup olmuş bir halk...”

DYNASIA OBLOMOV*

Azerbaycan’da Aliyev rejiminin başa gelmesinden itibaren başlayan ve günümüze kadar köklü bir şekilde devam ettirilen diktatörlüğün, kendi rızasıyla başlattığı herhangi bir savaş Azerbaycan halkının istediği an değil, diktatör rejimin çıkarları doğrultusunda istikamet aldığı an başlatılacaktı, elbette. Bunu görebilmek için fazla ayrıntıya göz atmaya gerek yok. 1993-2021 arasındaki Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına baktığımızda önümüzde duran mahkeme duvarı gibi olaylar, siyasi adımlar ve tüm bunların akabinde gelişen hadiseler konunun bu tarafını önümüze seriyor. Her iki ülkenin başında duran yönetimler, yıllarca, Dağlık Karabağ davasını çözülebilir konumdan sürdürülebilir bir dava konumuna taşıdı ve tüm bu yıllar boyu Dağlık Karabağ sorununu ülkelerinin en önemli sorunları gibi lanse edip, zaman zaman, kendi çıkarları doğrultusunda halkları manipüle ettiler. Tabii ki, Birinci Karabağ savaşının mağlup tarafı olan Azerbaycan halkı ilk savaş döneminde aldığı travmaların, o travmaların oluşturduğu nefretin ve o nefretin dönüştüğü intikam hissinin esiri olmuş halde yaşarken bunun çok net farkında olan Azerbaycan hükümeti Karabağ olayını öyle basit, kısa yahut kolay şekilde çözüme kavuşturmak için adımlar atmayacaktı.

Bu dönemde Azerbaycan ve Ermenistan hükümetleri arasında hem masaüstü, hem masa altı diyaloglardan, Dağlık Karabağ temalı pazarlıklardan bu konuyla ilgili olan herkesin haberi vardır diye iki ülke yönetiminin kendi çıkarları uğruna çözüm aramadığı Dağlık Karabağ meselesinin sonuç itibariyle çarenin ikinci bir savaş olarak görüldüğü mevkiye nasıl taşındığından değil, taşındıktan sonraki manzarasından bahsetmek istiyorum.

İkinci Karabağ savaşı döneminde Azerbaycan halkının en sivil vatandaşından tutun, kendine muhalif diyen ve neredeyse tüm ömrünü Aliyev diktatörlüğünün baskıları, tacizleri, işkenceleri, hapisleri altında geçiren toplumsal statü sahibi insanlarına kadar herkes Aliyev’in başlattığı bu savaşta onun yanında durdu ve attığı tüm adımları destekledi. Bu savaşı desteklemeyen ve bu savaş sayesinde kendi tahtının vidalarını daha da güçlendirecek olan Aliyev iktidarından ötürü halkın iyilikten çok, zarar göreceğini savunan birkaç kişiyse bu toplumun linçine maruz kaldı, tehdit edildi, hatta bazıları o insanların şikâyetleri üzerine Azerbaycan istihbaratı, Devlet Güvenlik Hizmeti (DTX - Dövlət Təhlükəsizlik Xidməti) tarafından sorguya çekildi.

Peki, bu insanlar Aliyev’i tanımıyorlar mıydı? Elbette tanıyorlardı. Sonuçta, onlar da yıllardır bu ülkede yaşıyorlardı. Sadece, onlar ilk kez Aliyev rejiminin halkın da istediği bir şeyi yapmış olmasının şaşkınlığı, sevinci içerisindelerdi ve savaştan sonra her şeyin düzeleceği iddiasındaydılar. Aliyev, Azerbaycan halkını kandırmayı çoğu kez başarsa da ilk kez kendine inandırmayı başarıyordu.

Savaş devam ettiği süreç boyunca tüm desteğiyle Aliyev’in arkasına geçen halkın bu toz pembe simülasyonu fazla sürmedi. En başından beri sadece Karabağ bölgesindeki yedi şehri değil, tüm Dağlık Karabağ bölgesini geri alacağını iddia eden Aliyev’in bir gecede ateşkes anlaşması, halkın gözünde yarattığı kurtarıcı imajına çok ince de olsa bir pürüz kattı. Özellikle, Karabağ konusu açılınca Azerbaycan halkı için en yoğun anlam ifade eden ve ilk akla gelen Hocalı şehrinin alınmaması halk arasında kısa süreli kafa karışıklığına neden olsa da Aliyev’in Putin huzurunda başka, Azerbaycan televizyon kanallarında başka tavır alması çocukluğundan itibaren Ermeni düşmanlığıyla yoğrulan, gittiği her yerde anti-Ermeni propagandasıyla büyütülen ve kendince intikamını aldıkça daha da kana susayan halkın Aliyev’in kalan toprakları da geri alacağına tekrar inanmasına sebep oldu.

Savaş döneminde Azerbaycan ve Ermenistan toplumları arasında bu anlamda çok fazla fark yoktu, tabii ki. Fakat, savaştan sonra bu iki toplumu bekleyen mukadderat bu kadar benzer olmayacaktı.

Savaş bitti ama Azerbaycan halkı için asıl savaş şimdi başlıyordu!

İkinci Karabağ savaşından sonra ülkenin bir tarafında kutlamalar, ardından gelen askeri güç gösterileri vs. devam ederken, diğer tarafında tüm savaşlardan sonra açılan manzara sağa sola at koşturmaktaydı. Savaştan sonra ülkedeki karambolün yatışması birkaç ay sürdü ve tüm dünyaya ‘Zafer kazanmış ülke’ imajı veren Azerbaycan’da durumların aslında nasıl olduğu yavaş yavaş gözükmeye başladı.

Daha düne kadar neşesi, sevinci yerinde olan halk bir anda kendisini evlatlarına yapılan haksızlıklarla savaşırken buldu. Mesela, savaş bittikten yaklaşık iki ay sonra çocuklarının mezarı başında itiraz eden ‘şehit’ aileleri iki ay önce onlara çocuklarının burada geçici olarak gömüldüğünü, mezarlarının taşınacağını söyleyen valiliğin sözlerini tutmadığından ve mezarların yağmur suları ile dolduğundan şikâyet ediyorlar.

Yerli kanallarda tüm ‘şehit’ ailelerine ve gazilere gerekli yardımların yapıldığı ve yapılacağı hakkında fermanlar imzalanırken kamera arkasında işler tam tersine cereyan ediyordu. Yardım hakkını talep eden ‘şehit’ aileleri ve gaziler, gittikleri tüm kamu kuruluşlarından saygısızlıkla geri gönderiliyor ve reddediliyorlardı. Bu tür şiddetsiz eylemler zaman geçtikçe yerini kolluk kuvvetlerinin fiziksel müdahalesine bıraktı.

İtirazlar dinmiyordu, her gün farklı bir ilde, farklı bir kamu kuruluş binasının önünde toplanan ‘şehit’ aileleri yahut gaziler eylemler yapıyor, onları kapı önünde karşılayan güvenlik görevlilerinden yetkili bir şahısla görüştürülmelerini talep ediyorlardı. İtirazların dinmemesine ve Azerbaycan’da alışık olmadığımız sürekli eylemler yapılmasına neden ise bu sefer insanların korkmamasıydı. Daha doğrusu, insanlar kolluk kuvvetlerinin ‘şehit’ ailelerine, gazilere karşı herhangi bir fiziksel eylem icra etmeyeceklerini düşünüyorlardı ve biraz da bundan cesaret bularak hakları olanı talep ediyorlardı. Zaferin sevincini evlat kaybının, kol kaybının, göz kaybının, bacak kaybının acısıyla birlikte yaşayan insanlar zaman zaman polis dayağı, zaman zaman da müdahaleyle uzaklaştırılıyorlardı.

Savaş mağdurları yardım için gittikleri kurumlardan “Ne yapalım? Gidip savaşmasaydın!” gibi tepkiler bile alınca, halk yıllardır yaptığı gibi yine kendi başının çaresine bakmaya başladı.

Ülkedeki nadir özgür medya kuruluşlarının zorluklarla bulup, konuşturdukları gazilere de videolar trend olduktan sonra ya halk yardım etti ya da ‘Yaşat fonu’ tarafından tedavi ücretleri karşılandı, ihtiyaçları ödendi. Bu fon da devletin desteğiyle değil, yaratıldığı ilk günden beri vatandaşların maaşlarından zorunlu olarak kırpılan paralarla yardım sağlıyordu.

İkinci Karabağ savaşında bacaklarından sakatlanan bir gazinin videosu internette yayıldı. Savaştan öncesine kadar bir şekilde ailesini geçindirebildiğini söyleyen gazi, savaştan döndükten sonra sağlık durumu yüzünden çalışamadığını ve komşuların yardımıyla yiyecek, içecek temin ettiklerini anlatarak “Madalya, para, teşekkür vs. istemiyorum, benim tedavimi karşılasınlar, iyileşeyim yeterli” diyor.

Savaştan sonra çalışabilecek durumda olan gaziler de işsizlikten şikâyet ediyorlardı. İlgili kurumlar yine de gazilerin büyük miktarına iş teklif edildiğini, fakat kendilerinin kabul etmediğini söyleseler de ev kiralarının 300 manattan başladığı Bakü’de teklif edilen işlerin 200 manat karşılığında temizlik ve bu tarz işler olduğu ortaya çıktı. Çalışamayacak durumda olan gazilere ise aldıkları hasar kaydına uygun aylık ödeme yapılacağı belirtilse de bu yayılan bir videoda konuşan gazi bir senedir savaş bitmesine rağmen her ay alması gereken ödemeden tek kuruş dahi alamadığını anlatıyor.

Savaş döneminde Ermenistan’ın Azerbaycan’daki sivil yaşam alanlarına attığı roketler çoğu insanın evini dağıtmış ve birkaç sivilin can kaybına sebep olmuştu. Evsiz kalan insanların bir kısmına hâlâ ev verilmedi. İnternette yayılan bir başka videodaki kadın, Gence şehrine atılan roketlerden sonra evsiz kaldığını ve ev verilmediği için şikâyet ettiği kurumlardan ona “Evine biz mi roket attık?!” cevabının verildiğini, hiçbir yardım yapılmadığını söylüyor.

Savaştan sonra çoğunun tedavisine bile hiçbir destek sağlanmayan gazilerin savaş görmüş herkes gibi almaları gereken psikolojik destek de onlara sağlanmadı. Sonucunda birçok gazi savaştan sonra ya akıl sağlığını yitirdi ya da onlarcası intihar etti.

Velhasıl, olabildiğince kısa ve bir o kadar da konuyu özetleyecek şekilde yazmaya çalıştığım bu yazıda Azerbaycan’da savaştan sonra iyiye doğru değişen hiçbir şey olmadığını ifade etmeyi denedim. 30 yıldır görmedikleri memleketlerine dönecekler diye en azından bununla teselli bulan halk ise ne geri alınmış şehirlere gidebiliyor ne de savaştan umduklarını bulabiliyor.

Sonuç itibariyle ortadaki yekûn manzara bunlardan ibaret:

-Türkiye ve Azerbaycan iktidarları arasında muvafık müteahhitlere dağıtılan o topraklarda binlerce insan Aliyev ve çevresinin daha da zenginleşmesi için ölmüş halde.

-Halk her ne kadar hiçbir şeyin değişmediğini görse de ‘Karabağ’ı aldık ya, daha ne olsun?’ retoriğine çaresizce bağlanmış durumda.

-Olayın özüne bakıldığında ‘zafer kazanmış ülke’ ve ‘mağlup olmuş halk’ ikilisi savaştan sonraki Azerbaycan’ı temsil ediyor.

* Yazar, bu yazıyı kendi ismiyle yayınlamayıp, Dysania Oblomov mahlasını kullanmayı tercih etmiştir.

(AGOS – Dysania OBLOMOV – 3.11.2021)

Bu yazı toplam 1609 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar