Yurdunu sevmeliymiş insan...2
Türkiye’den REPORTARE, şair Neşe Yaşın’la çok geniş bir röportaj yayımladı. Ulvi Yaman ve Sinan Dirlik’in yaptığı bu geniş röportajın tümünü http://www.reportare.com/roportajlar/uzun-roportajlar/49-n/58-yurdunu.html?showall=1&limitstart=
web adresinden okuyabilirsiniz. Biz bu önemli röportajın kısa bir bölümünü sayfalarımıza aktarıyoruz…
Röportajın devamı şöyle:
Neşe Yaşın: Kahvehanelerde oturan adamlar sessiz, sadece sinek vızıltıları duyuluyor. Tıpkı Kavafis’in “Barbarları beklerken” şiirindeki gibi… “Ne yapacağız biz şimdi barbarlar olmadan? Onlarda varlık buluyorduk biz!”
İşte bizde de “Kıbrıs sorunu çözülürse ne yapacağız?” diye sorabilirler. Ha, tabii Kıbrıs sorunu ortadan kalksa bir sürü insan kimliğini yitirecek, işsiz kalacak… Partilerdeki kadrolar başka hiç bir şey bilmiyorlar. Gerçekten işlevsiz kalacaklar bu dünyada... Zavallılar yani... Bence o yüzden de bitmiyordur biraz bu sorun… Kuşaklar boyunca hayatın bu kadar parçası olmuş bir sorun bu… Misafirlikte Kıbrıs’ta böyle bir adet vardır bak, insanlar birbirlerini ziyaret ederler mesela… Misafirliğe gittiklerinde erkekler bir kenarda Kıbrıs sorunundan söz ederler, kadınlar mutfakta ayrı sohbette… Tamamen geleneksel bir şey bu… İlerici çevrelerde de çok farklı değildir… Ha yok tabii, erkekler yardımcı değildir demek istemiyorum da hani böyle bir geleneksel duruma hemen geçilir ve sürekli Kıbrıs sorunundan söz edilir. Son beden dili, gözlerdeki ışık falan değişir Kıbrıs sorunundan söz ederken… Bu da bir erkeklik alanıdır biraz… “Kim daha iyi biliyor bu işleri” durumu… Birazcık hava atma, bilgi ve konuya hakimiyet gösterisi. E tabii televizyonu açıyorsun, bir sürü erkek oturmuş Kıbrıs sorununu konuşuyor… Bu anlamda bir erkeklik alanıdır da Kıbrıs sorunu… Kim daha hakim konuya, kim daha iyi laf edecek falan…
Sinan: Uzun uzun gireceğiz bu konuya tabii… Çok köklü bir tarihi var Kıbrıs’ın. Bu kadar köklü olmasına rağmen yaşanan bu bölünmüşlük duygusu aynı zamanda göçerlik bir köksüzlük hissi de uyandırıyor olmalı… Ne hissediyorsun?
Neşe Yaşın: Benim durumum tabii biraz daha farklı. Çünkü ben aslında bu aidiyetleri sevmiyorum. Sevmemenin de ötesinde, onları sorguluyorum da… Çok acı veren bir şeydir aidiyet… Bana biraz da mahkûmiyet gibi geliyor. Bir yerle böylesine bir aidiyet ilişkisine girmek… Sadece ulusal, etnik, kültürel aidiyet de değil… Bütün aidiyetlerle ilgili olarak benzer düşünüyorum. Mesela kimlik meselesinde de… Üzerimize giydirilmiş bir çeşit üniforma, bir çeşit hapishane gibi görüyorum kimlikleri ben…
“Kimlikler hapishanesinden firariyim” yazmıştım bir keresinde… Ama biliyorum ki aslında içine doğduğun, vazgeçemeyeceğin, senin bir parçan olan aidiyetler var… Ne bileyim, etnik kimlik, ya da kültürel bir kimlik olarak din. Evet, din mesela… Dindar olmak gerekmiyor ama sonuçta bir kültürel kimlik o… İçine doğmuşsun ve bir biçimde parçası olmuş kimliğinin… Sonuçta ailenin koyu dindar Müslüman olması gerekmiyor. Ailenin yaşlılarının kullandığı bazı sözler, kavramlar bile etkiliyor insanı. Ama bir başka aidiyet var, ki çok önemli bir aidiyet, bellekle kurulan bir aidiyet… O da coğrafya… Yaşadığın coğrafya ve tarih… Ona aitsin sonuçta ve bu kaçınılacak bir şey, kaçabileceğin bir şey değil. Her ne kadar aidiyetlerden hoşlanmasam, aidiyetleri sorgulasam da örneğin ben de çok fazla Kıbrıs’a aidim aslında… Her şeye rağmen çok fazla aidim! Hatta romanımda da vardır, oradaki bir aşk hikâyesinde. Bak o da bilinçsiz olmuştur biraz, aşkı Kıbrıs sorunu gibi işlemişim… İnci ile Adonis’in aşkını anlatır romanım ve bu aşk hikâyesinde İnci, Adonis’le birleşebilirse Kıbrıs birleşecekmiş hissini yaşar… Sonuçta içinde yaşadığın bu tarih, bu bellek senin kimliğini oluşturuyor ve ondan kaçamıyorsun. Ben de Kıbrıs’a benziyorum mesela… Gerçekten, bunu biliyorum… Sorun çözmeyi beceremem mesela. Sorun çözemem ama uğraşmaktan da vazgeçemem…
Sinan: Ama kendini Kıbrıs’ın bütününe ait hissediyorsun?
Neşe Yaşın: Tabii ki bütününe ait hissediyorum. Belleğim bütününe ait ama parçalanmış da hissediyorum kendimi… Sonuçta o bölünmeyi kendimde de hissediyorum. Şöyle bir şey var sonuçta: bir dilin var ve o dille Kıbrıs’taki insanların bir bölümüne daha yakınsın. Kıbrıs’taki insanların bir bölümüyle ortak bir kaderin var ve ortak bir toplumsal belleğin parçasısın. Ama onun dışında başka şeyler de var. Dünyayla kurduğum bir ilişki var. Kıbrıs’ın bölünmesine dair, Kıbrıslı Rumlara dair bir belleğim var… Ve ideolojik olarak da etnik, etnisity üzerinden kurulan bir aidiyete inanmıyorum… Milliyetçilik benim için Kıbrıs’ın mahvını getirmiş bir ideoloji ve ona karşıyım. Ha bir de bu ideolojinin içinde büyüdüm ben ve kendimi ayırdım yıllar, yıllar önce… Bize “verilmiş” bir ideolojidir bu. Bu yüzden aidiyetler, kimlik meselesi bana bir hapishane gibi geliyor… Kendimi her yerde yabancı da hissedebiliyorum aslına bakarsan ve öyle bir cemaate ait olmak duygusu falan da yok bende. Bir belleğim, ortak belleğim, bir bağım var… Sevgiyle ve o bellekten kaynaklı, tanış olmaktan gelen bir bağım var Kıbrıslı Türklerle aramda…
Kıbrıslı Rumlarla da onların acılarına da tanış olmaktan gelen bir bağım var… Karmaşık bir ilişki bu. Hayatımın bir döneminde onlardan nefret etmem istendi, düşman olmam istendi ama ben düşman dediklerimin acılarından geçtim ve onları anladım. Ve bir barış yaptım, onlarla kendi içimde… Bana verilen zehiri temizledim ve yeni bir ilişki kurdum Kıbrıslı Rumlarla ama… Bazen adanın her iki tarafında da bir yabancı gibi hissediyorum kendimi…
DEVAM EDECEK