1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. YÜREĞİN DİLİ 2
YÜREĞİN DİLİ 2

YÜREĞİN DİLİ 2

Kendiliğimize değer vermek, onun yaşamasına ve nefes alıp büyümesine fırsat vermek bir lüks değildir. Kendinden mahrum kalan bir insan en büyük olanağını elinden kaçırdığı gibi hem kendisi için hem de çevresi için zararlı biri haline gelebilir

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

“Kişi ancak bu dünyayı tutkuyla severken arınır kederlerinden. Bir savaşçı her zaman sevinçlidir, çünkü sevgisi değişmez; bunu iyi bilen aşkı, yeryüzü, ona akla hayale gelmez armağanlar sunar.” Don Juan Matus. Kızılderili Bilgesi.

Yüreğin dili terimi bize insanın duygularını ve doğal akışını çağrıştırır. Yüreğe karşıt olarak katı, nesnel, mantıklı bir aklı koyarız genellikle. Sanki hesap yapar gibi, bazı genel geçer, nesnel ölçütlere göre yaşayan insanlara mantıklı insanlar deriz ve diğer yandan duygusal insanlar ise akıllarına göre değil hislerine göre davranmakla tanımlanırlar. Duygular anlık ve gelip geçici olduklarından değerleri toplumun gözünde düşüktür. Oysa akıl yoluyla elde edilen bilgi, para, statü gibi değerler kalıcı ve bu yüzden de değerlidirler. Akıl toplumsal bir güç arzusunun sonucu ortaya çıkar, duygular ise daha çok kendi kendimizi olduğumuz gibi yaşamanın bir ürünüdürler.

Yüreğin dilini anlamak toplumun sahte aklından sıyrılıp kendini dinleme ve kendi eğilimlerine göre yaşama cesareti gerektirir. Ancak eğer toplumdan vazgeçemiyorsak, sadece ondan destek almak için değil ama çevremizdeki insanlara karşı duyduğumuz sevgiden dolayı bizce yanlış giden şeylere karşı savaşmak için toplumla var olmaya mecburuz. Emerson demiştir ki: “Dünyanın ne düşündüğüne göre yaşamak kolaydır bu dünyada, yalnızken de kendi kafamıza göre yaşamak kolaydır, ancak büyük insan, kalabalığın ortasında yalnızlığın bağımsızlığının kusursuz tadını yaşayandır.”

Emerson’un bahsettiği noktaya ulaşabilmek için ne yapmalı peki? Nasıl bir güç elde etmeliyiz ki kendimizi topluma, paraya, güce vs. satmadan hem özgür hem insanlarla beraber ve hem de yalnız olabilelim? Bu noktada benlik kavramına karşılık “kendilik” kavramını incelememiz gerek.

Benlik mi Kendilik mi?

Bugüne kadar insanın benliğini ona ait görece değişmez niteliklerle tanımladık. Bir insanın benliği yaşından cinsiyetine, kişiliğinden sahip olduklarına uzanan bazı değerlerin toplamı olarak görüldü. Ancak buna karşın “kendilik” ise çok daha farklı bir anlama sahiptir. Kendilik salt toplumsal ya da akılsal terimlerle anlaşılamayacak çok daha geniş anlamları olan, hatta anlamlarla bile kısıtlanamayan bir şeydir. İnsanın kendiliği onun gerçek akışıdır, kendilik denince ilk akla gelen şey önceden belirlenmeden içimizde oluşan tepkiler ve eylemlerdir. Normalde içimizden gelen duygu, tepki ve hislerin çoğunu algılamamaya koşullanmışızdır. Bu yüzden “kendiliğimiz” devre dışı kalmış ve yaşam akışımız ketlenmiştir.

Algımızdaki bütün filtreler ve süzgeçler kaldırılsaydı kendimizi harika ve sevinç dolu bir akışın içinde adeta çok güzel bir rüyadaymışız gibi hissedebilirdik. Bir rüyada olmaktan öte gerçeklik daha da berrak ve anlaşılır hale gelirdi, gerçeklik bir soyutlama değil, bizim çevremizle birlikte yaşadığımız bir kutlama havasında yaşanırdı. Neden böyle söylüyorum? Bir kanıtım var mı? Bu hislerimi kanıtlamamın, onu akıl ve mantıkla ifade etmemin bir yolu yok elbette. İşte tam da bu anlatmak istediğim şeye çok güzel bir örnek oldu. Mantığın ne kadar yetersiz kendiliğin ise ne kadar değerli olduğunu şöyle ifade edebiliriz. Diyelim ki bir sabah uyandınız ve o gün ne yaşayacağınızı çok iyi biliyorsunuz. Sizce bu nasıl olurdu? Her şey önceden kurulmuş bir plak gibi, ne zaman hangi duyguları hissedeceğiniz ve hissetmeyeceğiniz bile belirlenmişse (muhtemelen içsel olarak) ne kadar keyifli olurdu o günü yaşamak? Ancak bir de tersini düşünün; gün boyunca bilmediğiniz ya da unuttuğunuz birçok his, duygu ve imgelerle zihninizin ve içinizin dolup taştığını. Ya da bir geziye çıktığınızı; aynı tarz otellerde aynı standart yemek ve hizmet biçimlerini yaşadığınızı. Tam tersi ise, macera dolu bir gezide sürprizlerle dolu günler geçirdiğinizi, gittiğiniz yerde bölgenin insanlarıyla kaynaşıp onların misafiri olduğunuzu hayal edin. Hangisi yaşanmaya değerdir?

Kendiliğimize değer vermek, onun yaşamasına ve nefes alıp büyümesine fırsat vermek bir lüks değildir. Kendinden mahrum kalan bir insan en büyük olanağını elinden kaçırdığı gibi hem kendisi için hem de çevresi için zararlı biri haline gelebilir. Davranışları zorlayıcı, baskıcı, duyarsız olur ya da mekanikleşir. Çok iyi bir insan bile olsa, kendi yavanlığı ve tatsızlığıyla çevresine bir şey katamaz ve canlılığı aşağı çeker.

Kendilik sanatın, güzel olanın, derin ve manevi olanın kazanılmasında da çok büyük bir öneme sahiptir. Sanatın hem üretilmesinde hem tanık olunmasında kendiliğin büyük bir önemi vardır. Çoğu sanat insanı gerçek sanat eserleri üretmenin kendiliğini yaşamasından geçtiğini bilir. Sanatçı dış dünyanın kalıplarını kırarak yaşayan insandır. Sanatı müzik, resim tiyatro gibi belli bir icra biçimine ait olarak tanımlayamayız. Sanat bir insanın halindedir. Belli bir kitleye ve belli uğraşı alanlarına ait bir sanat kendiliğin ifadesine ve gelişimine imkan tanımaz, bu yüzden “sanat, günümüzün toplumunda yalnız bir avuç iyi insanın sahip olduğu kardeşlik ve sevgi duygusunu, herkes için olağan, sıradan, içgüdüsel bir duygu hâline getirmelidir.” demiş Tolstoy. Yani sanatı, kendiliğinden bir şekilde akan hislerimizi yaşamın en küçük parçalarına, en küçük anlarına kadar yaymak gerekir. Öyle ki sonsuzluktan gelen esintiler ruhumuzun üzerinden bir etki yapmadan geçip gitmesin. İster algılarla, ister algılarla tanımlanmasın var olan her şeye açık olmak yaşamı yaşanır kılar. Bu konuda çocukları ve doğal varlıkları örnek almakla işe başlayabiliriz.

Bir çocuk kendiliğine daha çok sahiptir ve bu yüzden de daha canlı ve sevinç dolu yaşar ama acılarını da aynı oranda daha doğrudan ve yoğun yaşar. Bir güler bir ağlar, bir küser bir barışır. Yüreğin dilini öğrenmek işte çocukluğumuzdaki bu masumiyeti ve canlılığı tekrar daha da yetkin bir üretim olgunluğuyla kazanmak demektir.

Sadece çocuklar mı? Çevremizdeki her doğal varlık biz modern insanların sahip olmadığı içgüdüsel, zorlanımsız bir yaşantıyla akar. Bir hayvanın ya da bitkinin kendisi olmadığını söyleyebilir miyiz? Onun kendiliğinden masumluğuyla bizlerin kalıplarla boğulan yaşamlarımız ne kadar büyük bir tezat oluşturur.

Modern insanlar en temel üretim alanlarında, yani iş, meslek gibi alanlarda da toplumun istediği ve değer verdiği daha mekanik alanlarda çalışmaktadırlar.

MASLOW’U TERSİNE ÇEVİRMEK

Yaptığımız işler çevremizdeki insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeylere karşılık gelebilir. Oysa bir toplumda çoğu zaman o toplumun gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyler üretilmez. İnsanlar kolaya kaçar ve başkalarını taklit ederek yaşar. Bu da birçok ihtiyaç alanında üretimin olmaması anlamına gelir. Bu çağda maalesef insanlar çoğunlukla maddi şeyler ya da semboller üreterek, çoğu zaman da üretilmiş sembollerin peşinde koşarak yaşıyorlar. İnsanların sevgi, huzur, yaratıcılık, içsel bilgi ve sezgi üretmeleri ve paylaşmaları artık çok nadir görünen bir şeydir. Bunlar sanki çaba sarf etmeden, emek vermeden de üretilebilirmiş gibi ya da para kazanmaya, metalara sahip olmaya göre önemsiz gibi algılanırlar. Hayal üreten bir insan para kazanabilir mi? Şiir ya da sevgi üreten? Oysa insanlar sadece ekmek peynirle ya da ev ve araba sahibi olarak yaşayamazlar. İnsanın görünürde olan, kaba ve kolayca ulaşılan nesne ve eylemler (yeme içme, cinsellik, sosyalleşme, itibar, para gibi) dışında şeylere de ihtiyaçları vardır. Ve insan oluşlarını belirleyen de bu yöndeki çaba ve faaliyetleridir. İnsanları üstün kılan demeyelim ama başka varlıklardan ayıran, daha incelikli, özel, bir defa gerçekleşen, insanı kendi benliğinin daha yüce, gizemli, duygulu alanlarıyla karşılaştıran şeylerdir bunlar. Bir insanın umuda, cesarete, bilgeliğe, keşfe ve sonsuzluğa ihtiyacı yeme içme ihtiyaçlarından bile daha önemlidir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi toplumlar için geçerli görünebilir. (Bu teoriye göre insanlar yeme içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını gerçekleştirmeden daha ötedeki sevgi ve kendini gerçekleştirme gibi ihtiyaçlarına geçemezler) Ama daha yakından bakıldığında bireyler için de bir toplumun tamamı için de bu sadece görünüşte doğrudur. Örneğin, bir insan kendini gerçekleştirebilmek için, bir konuda yapacağı önemli bir keşif için, bilimsel, manevi ya da sanatsal bir çalışma için günlerce temel ihtiyaçlarını ihmal edebilir. Hedefine varmak için hatta statüyü, parayı, aşkı  bile feda edebilir. Aksi uca gidecek olursak da, çok para, güç ya da başarı kazanan bir insan da mutlu olmayabilir. Temel ihtiyaçları fazlasıyla giderilmiş olsa da anlam ve sevgi ihtiyacı giderilmediği için bunalıma girebilir ve hatta intihara bile yönelebilir. Belki de o kadar para ve güç kazanmak için zaman içerinde ihmal ettiği şeylerin farkına bile varamayacak kadar kör olabilir.

BAĞIRSAKLARA KARŞI AKIL

Uzakdoğu insanı tarihsel ve kültürel olarak bizim hiyerarşik düzenlemelerimizden daha farklı hissedip yaşamıştır. Onlar benlikten çok “Kendiliğe” izin veren bir kültür geliştirebilmişlerdir. Bir Çinli ya da Japon için de yemek ve uyumak çok temel ve önemlidir. Ancak bu kültürlerde yaşamın temel ihtiyaçlarını karşılamak da Batının beden ve ruh ikileminin tersine son derece yüce bir eylemdir. İnsan soluk alıp verirken de, yemeğini yerken de, işlerini yaparken de en üst düzeyde anlamı gerçekleştirebilir. Lin Yutang’ın Yaşamanın Önemi adlı kitabında dediği gibi “Mutluluk büyük ölçüde bir sindirim meselesidir”. Ya da “Bağırsaklarınız çalışıyorsa her şey yolunda demektir, çalışmıyorsa değildir. İşte hepsi bu”. Hiyeraşiler ortadan kaldırılınca ya da tersine döndürülünce toplumsal sorunlarımız bile daha kolay halledilir. Kimse sosyal statüsüyle ölçülmez. Kimse kimseden üstün değildir.

Bu yüzden anlam ve kendilik sadece eğitimli, zengin, kültürlü insanlara ayrılmış değildir. Yaşam ona karşı takındığımız alçakgönüllü, kabullenici, olayları akarken sezgiyle kavrayan ama bu kavrayışı yargılara dönüştürmeden içsel bir huzur olarak yaşayan bir tutumla değerli ve yaşanır hale gelir. Günlük zorluklara sabırla, sevgiyle yaklaşarak yaşamak ve sorunları yumuşaklıkla çözmek büyük işler başarıp ülkeler fethetmekten, icatlar yapıp, yeni karmaşık teoriler üretmekten daha önemlidir. Bu anlayış toplumları da koruyan ve çatışmaları azaltan bir insanlık sevgisini yayar. Politikacıların böyle bir ruhla yaşayan bir halkı kötü emellerine alet etmelerinin, onları galeyana getirip savaşa yollamalarının daha zor olacağı açık değil mi? Halk böyle alçakgönüllü bir anlayışla yaşayabilse kendisine daha uygun, güce sahip olmaktan çok insan olmaya değer veren yöneticileri seçebilir.

İnsan iyi olmaya çalıştıkça kötüleşen, mutlu olmayı kafaya taktığı ölçüde mutsuzlaşan bir varlık. Dünyayı iyileştirme çabaları daha fazla savaş ve yıkım getirmedi mi? Bilim dünyayı kontrol etmek ve ondan bir nesne gibi yararlanmak için onun katledilmesine neden olmadı mı? Adalet için yapılan savaşlarla daha büyük adaletsizliğe yol açılmadı mı? Lin Yutang çok haklı olarak “Polisin çok olduğu yerde özgürlük, askerin çok olduğu yerde barış, hukukçunun çok olduğu yerde ise adalet yoktur..!” diye boşuna dememiştir.

 

 “Mutlu ve iyi biri olmak için insanlara iyilik yapın.” Sizce doğru mu bu? Kim yanlış diyebilir ki? Ancak peki biz iyi ve mutlu olmak için iyilik yapacaksak bu gerçekten iyilik mi olur yoksa çıkarcılık mı? Peki bunu düşünerek ve çıkarcı olmamak için insanlara iyilik yapmaktan vazgeçersek? O zaman daha mı iyi olur? Peki bu çıkmazın, bu zihinsel tuzağın çözümü nerede? Sizce iyi olma bilinciyle hareket etme açmazından nasıl kurtulabiliriz? Toplum bize sürekli olarak bencil olmamamız gerektiğini, başkalarını kendimizden daha fazla düşünmemizi öğütler.

 

Demek ki insanları ve bizi esenliğe kavuşturacak değişmez bir yol, kesin bir ahlak sistemi yoktur. Eğer böyle bir yol varsa o da kesinsizlik içindedir. Kesinliği kesinsizlikte aramak, belirginliği belirsizlikte, güvenliği güvensizlikte. Yaşam böylece en iyi paradokslarla anlaşılabilir, ya da anlaşılabilir bile demeyelim. Yaşamı kontrol edici bir şekilde anlama çabamızdan kurtularak yaşayabilmek büyük bir başarı olsa gerek. Kendiliğin yaşanması tam da buna bağlıdır.

 

SAVAŞMADAN SAVAŞMAK

 

Evet bir savaş başlatmak gerekiyor artık. İyilik, mutluluk, başarı gibi görünen ama gerçekte kötülük, acı ve nihai anlamda başarısızlık doğuran düzen anlayışına, ortalama insan bilincine karşı bir savaş. Ancak bu savaş rakiplerin kullandığı araç ve yöntemlerle yapılmamalı. Onlar ne yapıyorsa tam tersini yapalım. Onlar toplumu, ülkelerini iyileştirme adına mahvediyorlar. Bizler hiçbir şeyi iyileştirmeye çalışmayalım, kendi doğal eğilimlerimizi keşfedip insanlara ve doğaya zarar vermeyecek şekilde yaşamayı öğrenelim önce. Onlar biz daha iyi biliriz gelin size öğretelim derken biz bende sana öğretecek hiçbir şey yok diyelim. Herkesin kendi kendinin otoritesi, kendi öğretmeni olmasını teşvik edelim. Biz sadece ortamı yaratalım, bırakalım insanlar kendileri öğrensinler. Biz yaşadıklarımızı üstünlük taslamadan karşılıklı ve eşit varlıklar olarak paylaşalım. Hatta bunu sadece insanlarla değil, bitkilerle, hayvanlarla ve bütün canlı cansız doğayla yapalım. Nedir ki beni taştan topraktan üstün kılan? O cansız dediğimiz şeylerden doğduk biz ve onlar hep var olacaklar. Biz de toza toprağa karışıp onlara dönüşmeyecek miyiz? İnsan öylesine alçakgönüllü olmalı ki topraktan bile üstün görmemeli kendini. Aslında üstünlük ve alçaklık gibi sınıflandırmaları da bırakalım. Yoktur ki bunların gerçek bir temeli. Patron işçiden mi üstündür? Öğretmen öğrenciden mi? Filozof halktan mı? Üstün olan bir şey varsa bence o da üstün ya da aşağı gibi kategorilere sahip olmamaktır. Herkesi ve her şeyi kendi eşiti ve kardeşi gibi görmektir.

İnsan kendini bir kez dünyadan ayırdı mı artık nerede duracağını bilemez olur. İnsanlar sizi kendilerinden ayırıyor ve size karşı önyargıyla yaklaşıyorlarsa bunu dert etmeyelim. Sahiplenmeyelim onların bu dar görüşlerini. Siz kendinizi ayırıyor musunuz ona bakmak lazım.

Siz kendinizi belirlemiyorsanız sorun yoktur. İnsan kendini ben buyum ben şuyum diye sahiplenemez, çünkü sahiplenecek olan kişi kendisini başka bir varlık olarak da yaratabileceğini bilir. O yüzden yarattığı varlığı gerçekten sahiplenemeyecek ama sahiplenmiş gibi yaparak sahteliğe düşmüş olacaktır. Kendini sabit, belli nitelikleri olan bir varlık gibi çizip betimleyemeyecekse peki kimdir o? Elbette betimlediği şeydir bir bakıma, ama kendini kandırdığı ve o varlığa doğru “düştüğü”” sürece. İnsanın bilgiyle cennetten kovulmasıdır bu. Ama en baştaki betimleme özgürlüğünü hatırlayabilmelidir insan.

Çağımızda kimse kendini bilmiyor tanımıyor derken anlatılmak istenen de budur. İnsanlar bazı rol ve imgeleri kendileri sandığından kendilerini nesneleştirmişlerdir. Artık kendisi yoktur sadece kendisi hakkındaki düşünceleri vardır. Kendiliğini yitirmiştir yerine boş bir Benliği koymuştur. Küçükken en kötü günlerimizde bile en azından hakiki, samimi, saf varlıklar olmanın gizli bir mutluluğu vardır. Mutlu olduğumuzu bilmeyiz, o anlarda mutlu olduğumuzu düşünmeyiz. Ama gene de mutluyuzdur bozulmuş, yıpranmış zihinlerimizin olduğu büyümüş zamanlarımıza göre. İleriki yaşlarda insan çocukluğundaki naifliği kazanabilirse daha olgun daha az değişkenlik gösteren bir ruh halinde yaşayabilir. Bu anlamda yaşamın güzelce yaşanabilmesi kendi egosuyla çok uğraşmayan, sürekli ve kasıntılı bir biçimde kendi iyiliğine sanki iyi değilmiş gibi odaklanmayan bir insanın başarabileceği bir iştir. Ve bu insanlardan oluşan bir toplum yüreğin dilini anlayan ve konuşan bir toplum olarak çok daha sağlıklı ve mutlu olacaktır.

Her insanın duygularının en yoğun haline vardığında hissettiği bir aşkınlık hali vardır. Duygular düşüncelerden çok daha kapsayıcı çok daha hızlı ve güçlüdür. Ama öyle bir an gelir ki sonsuz duyguda sonsuz düşünce birleşir ve ötede kaynaşıp yerlerini alırlar.

İnsan duyguları kişiliğin acı çekebilme ve sevebilme kapasitesiyle sonsuza kadar genişleyebilen gerçek gücüdür. Duyguları sonsuz sınırlarına vardırdığımızda düşünce yeni açılımlarla evreni kavrar. Zavallı bir durumdayken, kendimizi bencilce önemserken, kendimize acır ve dünyaya lanet ederken her şey karanlıktadır. Ama dibe vurduğumuzda benliğimizin ötelerinden yardım gelebilir. Gerçek bir pişmanlık gerçek bir suçluluk, gerçek bir özveri ve sevgiyle bütün kirlerimizden kurtulup bilinmeyende kendimize bir yuva bulabiliriz. Bu gerçek yuvamızdır, zamanın başlangıcından beri sahnenin arkasında saklanan gizli benliğimizin mutluluğudur. Ona yaşadığımız bütün acılardan süzüp damıttığımız gerçek duyguyu veririz. Ben olmayan benin duygusunu, hiçbir şeyi kavrayamamanın kavrayışının duygusunu. Sözle anlatılamayanın duygusunu. Ölüme meydan okuyan sevginin duygusunu.

 

Bu haber toplam 4741 defa okunmuştur
Gaile 465. Sayısı

Gaile 465. Sayısı

İlgili Haberler