Yurtsuz Kalmak, Mülteci Olmak
... mültecilik olgusuna milliyetçilik perspektifinden bakmak, konun etik ve insan hakları boyutunu gözden kaçırmaya neden olabilecek bir potansiyel içermektedir.
Nügen Derman Duru
[email protected]
“Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu.”
Hannah ARENDT
Her türden acıya tanıklık etmiş Ortadoğu topraklarında geçen mülteci bir çocuğun dramını konu edinen bir sinema filmi Kefernahum. Karmaşa ve kaosun hiç eksik olmadığı bu coğrafyadaki acıları kendine dert edinmiş Lübnanlı yönetmen Nadin Labaki, Kefernahum adlı filminde, milyonlarca insanın, özellikle de kadın ve çocuğun vatansızlığına, yoksulluğuna ve çektiği acılara dair söylenecekleri anlatmaya çalışıyor.
Mültecilerin dramını, 21. yüzyılın kaygan zemininde daha iyi bir yaşama ulaşma arayışlarını, sosyal bir deneye tanıklık eder gibi yıllardır izliyoruz. İnsanların kamyonetlere, tırlara, teknelere doluşarak, yaşadıkları toprakları terk edişlerine, teknolojinin sağladığı olanaklarla şahitlik ediyoruz. En sonuncusunu, havalanmak üzere olan uçağa tırmanmaya çalışan Afgan mültecilerle yaşadık.
Şimdi, bir gerilim filmini andıran bu görüntüler karşısında, insanlık adına ne varsa sorguluma ve anlamaya çalışma zamanı. Tüm anılarını, sahip olduklarını, kök saldıkları toprakları ile geride bırakarak, ölümü göze alarak böylesi yolculuğa çıkanların davranışlarını anlamaya çalışmak, insan olmanın bir gereğidir. Kaldı ki benzer acılar az bir geçmişte bu topraklarda yaşayan bizlerin de payına düşmüştü. Savaşın yarattığı güvensizlik ve korku ile ne tehlikeleri göze alarak dağlar, bayırlar aşmaya çalıştık; hem de bu dönemlerin fırsatçılarına paralar ödeyerek! İçine neyi sığdıracağımızı bilemediğimiz bir sırt çantasıyla kendimizi dağlara vurduk. Ardından otobüslere doluşturulduk; evlerimizi, tüm çocukluk anılarımızı biriktirdiğimiz o mekânları belirsizliğe terk etmek zorunda kaldık. Bugün hâlâ eğreti mekânlarda eğreti hayatlar yaşıyoruz. Yalnızlık, yurtsuzluk, güvencesizlik, korku, kaygı ve umutsuzluk en bildik duygular bizim için. Bugün olup bitenler karşısındaki ürperişimiz; korku ve paniğe, hatta öfkeye kapılmamız bundandır. Kök saldığımız mekânları terk etmek zorunda kalmamızın, hayatımıza dair her şeyi alt üst edebilecek bir güce sahip olduğunu yaşayarak gördük. Yersiz yurtsuz kalmak, birilerinin yanında hep öteki olmak ne demek biliyoruz. Bu nedenle onca yaşanmışlığın sonunda, başkasının korkularını ve kaygılarını anlayabilmek en çok da bize yakışır.
Yaşananlar karşısındaki hissiyatımız, şu anda geleceğe dair bir korkuya dönüşmüş durumda. Gelecek kaygısının ve öngörüsüzlüğün giderek arttığı bu dünya düzeninde -düzensizliğinde- çaresiziz. Yoksulluğun, adaletsizliğin, şiddetin, baskı ve zulmün önüne geçilemediği sürece, Zigmund Bauman’ın da dediği gibi, hiçbirimizin bir gün, öyle bir tıra, tekneye veya uçağa binmek zorunda kalmayacağımızın bir garantisi yoktur. Bu durum her mülteci akınında, yüzümüze atılan bir tokat gibidir. Çünkü bize kendi akıbetimizin de bir gün öyle olabileceği ihtimalini hatırlatmakta.
2011 Arap Baharı ve Suriye iç Savaşı’nın neden olduğu mülteci akını ile II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük mülteci krizini yaşamaya başladık. Mülteci olmanın ne demek olduğunu, binlerce insanın yerinden, yurdundan ayrılışına, komşu ülkelerin sınır kapılarına dayanmalarına, konuk edilişlerine, geri gönderilişlerine, kamplardaki yaşantılarına bakarak anlamaya çalıştık. Bu aslında sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın davetsiz misafirlerinin bir dramıydı: “‘Mülteci’ terimi umutsuz/iç açıcı olmayan görüntülerin bir karışımını anımsatır: Güney Çin Denizi’nde akıntının sürüklediği insanla dolu bir bot, Bangladeş’te karnı şişmiş bir bebek, Beyrut’ta moloz yığınına dönüşmüş bir gecekondu gölgesi. Bir mültecinin kim olduğu ya da olmadığının (politik olarak olmasa bile) kavramsal belirlenmesi göreceli olarak basit bir sorun gibi görünmektedir. Bir mülteci, yaşamını tehdit eden koşullardan kaçan bir kişidir diyebiliriz” (1) Anladık ki mülteci, ülkesinde ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimliği nedeniyle kendisini baskı altında hisseden bireydir. Devletin ya da siyasal ortamın baskısı, dışlama, ötekileştirme ve benzeri nedenlerle kendini güvende hissetmediği için, ülkesini terk etmek zorunda kalan; başka bir ülkeden koruma isteyendir.
Mülteci olmanın en zor yanı, sığındığınız devletin yurttaşları tarafından nasıl karşılanacağınızdır. Çoğunlukla bu karşılama bellidir: Başka bir ülkeye göçen, ülke yurttaşının gözünde “yabancı” ve “öteki” olandır. İşine, aşına ortak olan, ücretlerini aşağıya çeken, suç işleyen bir yabancıdır. Bilgi akışındaki olumsuzluklar ve manipülasyonlar, günlük kısıtlı yaşam deneyimlerimizin sonucunda yaptığımız genellemelerle vardığımız kanaatler “yabancı” dediğimiz kişilere yönelik tutum ve davranışlarımızı belirler. Yüzyılların bitmeyen sorunu olan ırkçılığın çağımızda küresel ırkçılığa dönüşmesi bu şekilde gerçekleşir. Başka bir ulustan olana tahammül edememe, kendi ulusunu ve ona dair tüm nitelikleri başka uluslarınkinden üstün görme anlayışının egemen olması şeklinde kendini gösterir. Toplumların özellikle kültürel farklılıkları üzerinden kendine güç bulan bu tür ırkçılık, egemen olan ulusun kültürünün üstünlüğünü temel alır. Böylelikle farklı uluslardan gelenlerin kültürel farklılıkları çoğu zaman hor görülür. Ayrıca şu da unutulmamalıdır: Yabancı, gelişmemiş bir toplumdan kaçandır. O nedenle gittiği ortamın yurttaşlarına oranla daha azıyla yetinmeyi bilendir. Bu durum ne yazık ki gittiği toplumun yurttaşlarında bir üstünlük duygusu yaratarak sömürüye açık bir zemin oluşturmaktadır. Böylece zor işler veya ayak işi olarak gördüğümüz işler onlara kalmaktadır. Mülteci bir ülkenin sınırına giderek koruma talep ettiğinde, söz konusu ülke vatandaşları, sınırlarını zorlayan her bireyi, işini, aşını, can ve mal güvenliğini tehdit unsuru olarak algılamaktadır. Bu durum hırs, nefret ve başkalarını küçük görme duygularını beslemektedir. Bu sömürü düzenini, ırkçı tutum ve davranışları görmezden gelmek, insan olmanın asıl anlamını unutmak, insani değerleri yitirmek demektir. Özellikle internet devrimi ile dünya bir yandan küçülürken, öte yandan insanların birbirlerine düşmanlığını körükleyen bir etkiye de neden olmaktadır. İnsani yardım kuruluşları, insan hakları dernekleri, uluslararası kuruluşlar her ne kadar bu konularda çaba harcıyorsa da çok iyi biliyoruz ki kendi elimizle oluşturduğumuz ekonomik ve politik düzeni değiştirmediğimiz sürece bu çabalar giderek daha az işe yarayacaktır.
Devletlere ve uluslararası örgütlere bu konuda daha çok iş düşmektedir. Çünkü devletlerin bu yönde aldıkları kararlar, bu zeminin daha da kötüleşmesine ve toplumun kutuplaşmasına neden olabilmektedir. Politik çıkarlar doğrultusunda mülteciler üzerinden yapılan pazarlıklar, sadece yabancı konumunda olan insanların değil aynı zamanda o ülke vatandaşlarının da mağduriyetine neden olabilecek hassasiyete dönüşmektedir. Son dönemlerde yaşanan Suriye ve Afganistan kaynaklı kitlesel göçlerin küresel ırkçılığı nasıl tetiklediği, toplumların bu konuda nasıl kutuplaştığı özellikle sosyal medya üzerindeki söylemlerden kolayca anlaşılmaktadır. Bu konuda uluslararası örgütlerin çalışmaları da yetersiz kalmaktadır.
BM Mülteci Örgütü Mülteciler Yüksek Komiserliği UNHCR, II. Dünya Savaşı sonrasında evlerinden kaçan veya evlerini kaybetmiş milyonlarca insana yardım etmek için 1950 yılında kurulmuş bir örgüt ve 1951 yılında imzalanıp yürürlüğe girmiş Mülteci Sözleşmesinin koruyuculuğu konusunda yetkilendirilmiştir. Uluslararası korumaya ihtiyacı olan kişilerin kapsamını genişleten Sözleşme ve 1967 Protokolü, kimin mülteci olduğunu ve bu kişilerin ne tür koruma almaya, yardım ve sosyal haklardan faydalanmaya hak kazandıklarını açıkça belirtmektedir. UNHCR verilerine göre 2020 yılı sonu itibariyle 82,4 milyon insan zorla yerinden edilmiş ve mülteci olmuştur. (2) Bu rakamlar her geçen gün yükselmekte, kadın, erkek, çocuk, milyonlarca insan ölümü göze alarak bu yolculuklara çıkmaya devam etmektedir.
Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Mülteci Sözleşmesi’nin kabulünün üzerinden 70, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin kabul edilmesinin üzerinden 73 yıl geçti. 46 ülkenin altında imzasının bulunduğu İnsan Hakları Bildirgesi’nin 3. maddesi, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliğinin herkesin hakkı olduğuna vurgu yapmaktadır. Oysa bugün dünya hâlâ insan hakları kapsamına giren göç, mülteci, insan ticareti, şiddet, savaş gibi sorunlar artmaktadır. Örgüt, bazı devletlerin sözleşmenin ruhuna uygun davranmadıklarını duyurmakta, COVID-19 salgını gibi güncel ve eşi benzeri görülmemiş zorluklar ve acil durumlar bağlamında da sözleşmenin geçerliliğini sürdürdüğüne dikkat çekmektedir.
1933 yılında Nazi Almanya’sından kaçarak mülteciliği bire bir deneyimleyen filozof Hannah Arendt, “yurtsuzlar” dediği yabancıların ve mültecilerin, en temel insan haklarını dahi kullanamadıklarını söylemektedir. Bu hakların devleti olanlar için geçerli olduğunu söyleyerek bu sözleşmeleri de eleştirmektedir. Ulus devletinin ortaya çıkışını yurtsuzluğun nedeni olarak görmektedir. (3) Ulus devletler, ortaya çıktığı günden bu yana kendi sınırlarını çizdiler ve yabancılarla olan ilişkilerinde kendi belirledikleri ilkeler doğrultusunda belirlemektedirler. Kendi sınırlarını ve vatandaşlarının her anlamda güvenliğini sağlamak konusundaki öncelikleri elbette anlaşılabilirdir. Ancak mültecilik olgusuna milliyetçilik perspektifinden bakmak, konun etik ve insan hakları boyutunu gözden kaçırmaya neden olabilecek bir potansiyel içermektedir. Bundan ötürüdür ki uluslar, insanların bu türden coğrafi hareketliliklerinin yarattığı sorunlara önlemler ya da çözümler getirirken, evrensel ilkeleri, insan hakları temelinde bir etik anlayışı gözetmelidir. Bu noktada, devlet dediğimiz üst düzey kurumun yükümlülüğünün yalnızca vatandaşlarını korumak mı yoksa egemenlik alanı içinde yer alan her bireyin yaşam hakkından sorumlu mu olduğu konusu oldukça önemlidir. Mülteci konusunu etik açıdan ele alan filozof Immanuel Kant için yabancıların ağırlanması hem hak hem de uluslararası hukuki bir sorumluluktur. Diğer yandan Derrida, hukuk ve kuralların olduğu yerde misafirperverlik koşulludur; dolayısıyla bu durumda misafirperverlikten bahsedilemez demektedir. (4)
Şu hâlde, özellikle göçün aktığı yön olan ülke devletle söz konusu devletin vatandaşlarının göç ve mülteci konusunu ele alış tarzları önemlidir. Ülkeye kabul edilen mülteciler ile ilgili üretilen kararların ve uygulamaların, hem göç alan ülke vatandaşları açısından hem de sınırlara korunma isteği ile gelenler açısından titizlikle çözmeye çalışmak, bunu yaparken de evrensel, uluslararası ilkeleri gözetmek gerekmektedir. Sorunun ele alınışındaki etik boyutu da gözeterek, Kant’ın deyimiyle, insanlığı kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil, amaç olarak görecek şekilde hamleler atmak önemlidir. Unutmamız gereken şey, günlük eylemlerimizin en önemli yanının ilişkiler düzeyinde kendini somutlaştırdığıdır. Çünkü gerek toplum düzeyinde gerekse bireysel düzeyde “yabancı” ile olan ilişkilerimiz, insan haklarına ve etik ilkelere uygun olduğu düzeyde bir değer ve anlam taşımaktadır.
Kaynakça
(1) Kart, B. (2018), Felsefi Bir Sorun Olarak Mültecilik ve Çoklu Kırılganlık, ViraVerita E Dergi
https://dergipark.org.tr/tr/pub/viraverita/issue/41684/510341
(2) https://www.unhcr.org/tr/ilk-bakista-rakamlar-2
(3) Aldemir, A. (2018), Hannah Arendt’ı̇n Yurtsuzluk Deneyı̇mı̇ Bağlamında Surı̇yelı̇ Mütecı̇ler Krı̇zı̇: Kurban Ve Ötekı̇, Kurgu, 26 (3) , 47-59 https://dergipark.org.tr/tr/pub/kurgu/issue/59637/859450
(4) Lortoğlu, Ceylan, Suriyeli Mültecilerin “Misafir” Olma Haline Misafirperverlik Hukuku ve Etiği Açısından Bakış, İnsan&İnsan, Yıl 4, Sayı11, Kış 2017, www.insanveinsan.org
Görsel: “Gurbetçiler”, İbrahim Balaban