Yurttaşını Yaratamayan Cumhuriyet -II-
Güven Uludağ: “Kıbrıs: Savaş ve Barış” kitabında 1974 öncesi kuşatılmışlığı, “yaşanılan ağır travma” ve “şiddet” sözcükleriyle tanımlayan Sayın Vamık Volkan, günümüzde de kuşatılmışlığın devam ettiğini, ancak Kıbrıslıt
Vamık Volkan’ın eleştirileri ve...
Yurttaşını Yaratamayan Cumhuriyet -II-
Güven Uludağ
Bir gün bu memleketin yanağına öpücük,
Başucuna da bir not bırakıp gideceğim.
Notta şunlar yazılı olacak:
“Öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım!”
Aziz Nesin
Ve geri döndüğümde, sen yoktun... Bir yabancı, sen kimsin der gibi bakıyordu bana... Doğduğum o topraklarda, seni sordum... Düşündü... O, artık, vesikalı dedi... Güven Uludağ
“Kıbrıs: Savaş ve Barış” kitabında 1974 öncesi kuşatılmışlığı, “yaşanılan ağır travma” ve “şiddet” sözcükleriyle tanımlayan Sayın Vamık Volkan, günümüzde de kuşatılmışlığın devam ettiğini, ancak Kıbrıslıtürklerin günlük hayatlarında hâlâ sembolik bir kuşatma yaşadıklarının farkında olmadıklarını düşünüyor. Volkan, günümüz kuşatmasını Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal tanınmışlığının devam etmesi, buna karşın KKTC’nin sadece Türkiye tarafından meşru bir devlet olarak kabul edilmesine bağlayarak, sorunun kaynağı olarak batıyı işaret ediyor. Ancak Sayın Volkan’ın düşüncelerinin aksine yaşanmışlıklar, kuşatmaya yönelik yapılan örneklemelerin, (Kuzey Kıbrıs yetkililerinin verdiği seyehat belgeleri ile seyehat edememe, kuzeye doğrudan uçuş yapılmaması, postanın ancak Türkiye üzerinden ulaşması, Kıbrıslı Türklerin (Türkiye dışında) spor yarışmalarına katılamaması) Kıbrıslıtürklerin günlük yaşamında önemini yitirdiğini gösteriyor. Bunların yerini daha yaşamsal kuşatılmışlıklar almış bu günlerde. Kaldı ki, KKTC’nin verdiği seyehat belgesi yerine, Kıbrıs Cumhuriyeti seyehat belgesi ile seyehat etmek, hükümet edenler dahil olmak üzere bugün artık kimseyi rahatsız etmiyor. Postanın, Türkiye’nin yanı sıra, güney üzerinden de adreslere ulaştığı ise herkes tarafından biliniyor.
Kuşatılmışlıklar söz konusu olduğunda, yaşamsal sıkıntılar yaratmasa da, geniş kesimlerdeki popülaritesi nedeniyle spor karşılaşmaları öne çıkıyor. Sayın Volkan’ın kitabında, spor ambargolarına değinilirken “Kıbrıslı Türklerin (Türkiye dışında) spor yarışmalarına katılamama...” cümlesinde, Türkiye’nin parantez içine alınarak bu kuşatmanın dışında tutulmuş olması oldukça ilgi çekici bir detay. Sayın Volkan acaba bizim, Türkiye’nin de bu kuşatmaya dahil olduğunu bilmediğimizi mi düşünüyor? Nasıl olmasa bugün hâlâ daha sembolik bir kuşatma altında olduğumuzun farkında değildik ya! Türkiye takımlarının Kıbrıslıtürklerin takımları ile ne adada, ne de Türkiye’de resmi /dostluk hiçbir şekilde maç yapmaması bir yana, kendi aralarında bile adada maç yapmadıklarını da bilmiyoruz! Kitabının yazıldığı günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini de… Hatta Sayın Erdoğan’ın ünlü 20 Temmuz Kıbrıs ziyareti sırasında tanımıyoruz dediği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, genç sporcularını, seyahatinin hemen ardından Trabzon’daki Gençlik Olimpiyatları’nda selamladığını da hiç görmedik. Yıllar önce Kıbrıs gazetesi, orta sayfasında Kıbrıslıtürklerin köylerini tanıtan yazı dizileri hazırlıyordu. O yazı dizilerinden birinde Luricina/Akıncılar tanıtılmıştı. İngiltere’de yaşayan Luricinalılardan biri, yaz tatilinde köye gelmiş, yanında o gazeteyi de getirmiş, köydeki akrabalarının gazeteyi görmelerini istemişti. Gittikleri yıldan günümüze değin, geçen yıllara rağmen, yurt dışında yaşayan Kıbrıslıtürklerin önemli bir bölümü için zaman dondu. Kıbrıs’ı, gittikleri zamanda yaşamaya, geride kalanları da o zamanda yaşıyor görmeye devam ettiler. Görünen o ki bunu yapanlar, sadece sıradan insanlar değil. Omuzu apoletlerle dolu yurt dışı aydınlarımızdan! bazılarının da, adada tutunmaya çalışan yüz bin Kıbrıslıtürk’e bakış açısı, bu sıradan insanlardan çok farklı değil. Adaya geldiklerinde, bize “Old Spice” getirmeye devam ediyorlar...
2003 yılında yeni ders kitaplarının yazım çalışmaları başladığında, içeriğe katkı amacıyla ortaokul öğrencilerini kapsayan dar kapsamlı bir anket çalışması yapmıştık. Yaklaşık yüz öğrencinin katıldığı anketteki sorulardan birinde, öğrencilerin taraftarı oldukları futbol takımının adını yazmaları isteniyordu. Soruda seçenek yoktu. Öğrencilerden biri bile, Kıbrıslıtürk takımlarından birinin adını yazmamıştı. Kıbrıslıtürk gençler, kendi takımlarını birinci öncelik olmaktan çoktan çıkarmıştı. Toplumsal travma dönemlerinde, sporun Kıbrıslıtürklerin sosyal yaşamına yaptığı katkıyı da bilmiyorlardı. Kolayca kullanılabilir bir politik malzemeye dönüştürülme potansiyeli olan Çetinkaya’nın Kıbrıslırum takımları ile mücadelesi bile yazılı tarihin içinde yer almıyordu. Bölgesel motifler taşıyan bir Türk milliyetçiliği bile istenmiyordu. Politik psikoloji uzmanları, bölgesel değerlerin yükselmesinin, milliyetçilik yerine toprağa bağlı vatandaşlık bilincinin gelişimine katkı sağladığına inanıyorlar/dı. Geldiğimiz bu noktadan faydalanarak yazılmış kitaplara, özellikle de, sevgili dostum Ahmet Billuroğlu ile birlikte yazdığımız yakın dönem Kıbrıs tarihi kitabına, kıyısından bulaşmaya başlayabiliriz artık. Kıbrıs’ta yazılan ve okullarda ders kitabı olarak okutulan hiçbir Kıbrıs tarihi kitabında, /Kıbrıslıtürk/rum/ sosyal tarih, o güne kadar yer almamıştı. Bilimsel tarih eğitimi, ders kitaplarında sosyal tarihe yüzde yirmi beş-otuz oranında yer verilmesini öngörüyor oysaki. Bunu Kıbrıs’ta ilk defa biz yaptık. Kıbrıslıtürklerin sosyal yaşamına; trene, postaya, düğünlere, müziğe, köylerdeki sıradan insanların yaşamından, okula başlama törenlerine, spora ve Aliko ile Caher’e ders kitaplarında ilk defa biz yer verdik. Bunların bazılarının Kıbrıslıtürklere yaşatılan travma dönemlerinde toplumu ayakta tutan temel harçlardan olduğunu, bazılarının yüzlerce yıldır birlikte yaşayan Kıbrıslıtürk/rum/ ermeni/maronit/latinlerin ortak değerleri olduğunu anlattık. Geçmişi anlattık. Olduğu gibi. Ne eksik, ne fazla.
Sayın Volkan’ın kitabına ve sırası geldikçe de kitabımıza atıflar yaparak devam etmek istiyorum. “Kıbrıs’ın kuzey kesiminde tipik insan haklarına sahip olmayan, anakaradaki Türkler dışında çevrelerindeki milyonlar tarafından yasal olarak tanınan bir geniş grup kimliği olmayan bir anlamda ikinci sınıf vatandaşlar yaşamaktadır” diyerek tipik insan haklarını yalnızca pasaport, posta, spor ve siyasal tanınmaya indirgeyen bir yaklaşım sergileyen Vamık Volkan, bu yaklaşımın Kıbrıslıtürkleri artık doyurmadığını bilmeliydi. Kıbrıslıtürkler, tüm bunların dışında gündelik yaşamlarında uzun zamandan beri süregelen ve bu nedenle de artık kanıksadıkları çok daha ciddi insan hakları ihlalleri yaşamaktadırlar. Demokrasi, seyahat özgürlüğü -köyüne üç askeri barikattan geçerek ulaşan, yanında kesinlikle yabancı bir misafirini götüremeyen ve köye her girişinde arabasının altı gündüz özel aynalarla, gece elektronik araçlarla olası bombalı saldırılara karşı kontrol edilen biri olarak ben- çevreye yapılan fütursuz saldırılar, toplumsal gruplar arasındaki yaşam koşullarının eşitsizliği, kumar, fuhuş... Açık bir şekilde yürütülen hiçleştirme politikaları... Bunun karşısında durmak bir yana, yanılsadıkları bir siyasal ikbal düşü ile bu politikalara taşeronluk yapan bir siyasal düzen ve siyasi elit zümreler. Bu aymazlık karşısında da, nerdeyse toplumun bütününde, kendi öz kimliği ve kültürü ile yaşama isteğinde somutlaşan bir savunma dürtüsü. İlginçtir, bu savunma, sadece Vamık Volkan tarafından değil sağ/sol değişik kesimler tarafından da zaman zaman çok kimlikliliğe karşı bir duruş olarak algılanıyor. Kıbrıslıtürk kimliğinin, çok kimlikliliğe karşı bir kalkan veya örtük bir milliyetçi yaklaşım olarak kullanıldığı kanısında değilim ben. Kıbrıslıtürk kimliği, yüzyılların getirdiği bir süreçle ortaya çıkan çok kültürlü bir kimliktir zaten. Bu kimlik, Kıbrıslırumlar/ermeniler/maronitler/latinlerle yüzyıllar boyu yan yana değil, birlikte yaşamakla oluşmuş bir kimliktir. Kıbrıslıtürklerin önemli bir bölümünün korkusu, sahip olduğu bu kimlik zenginliğinin kaybolacağı, tek kimlik yoksulluğudur. Kıbrıslıtürklere bugün vaat edilen kimlik, kendi kimliğine bir eklemleme değil, dini, dili ve kültürü ile homojen Anadolu Türk kimliğine zorunlu geçişi öngörüyor.
Sayın Vamık Volkan’dan son bir alıntı yaparak yazının bundan sonraki bölümünde Kıbrıs tarihi ders kitapları konusuna kalıcı bir dönüş yapmayı deneyeceğim. Vamık Volkan’a göre “1974 sonrasında özgür olmanın heyecanı ile yaşanılan pekişmiş bizlik ve abartılı milliyetçilik duygularının sonrasında kimlik çatlamaları” başlamış. Kırılan yumurtadan çıkan bullicik misali, yeni kimlikler çıkmış ortaya. Kendilerini Türkiye’nin doğal uzantısı olarak gören Türklerden tutun, batılı ve Türkiye’den gelen Türklerden daha üstün görenlere, Kıbrıslı olmayı Türk olmanın önüne koyanlara, kendini Türklerden çok Kıbrıslırumlara yakın hissedenlere kadar bir dolu kimlik. “Hıristiyan olmakla ilgilenmedikleri, ya da bu yönde eğilimleri olmadığı halde, birkaç Kıbrıslı Türk adamın boyunlarına haç taktıkları görülebilir” de diyor Vamık Volkan erkeksi bir bakışla. Ve yeni bir kimlik daha ima ediyor. Ancak bu yeni kimlik sadece adamlar! için... Ve bu sadece bir gösteri. Sakın ha, Kıbrıslıtürklerden herhangi birinin Hıristiyan olabileceğini düşünmeyin!
Kimlik tartışmasının son noktasında da altın vuruşunu yapıyor ve 2008’den öngördüğü büyük bir tehlikeye parmak basıyor: Laik Kıbrıslıtürklerle, dinci Kıbrıslıtürklerin karşı karşıya geleceği endişesi. “Laik Kıbrıslıtürkler”, çok duyulan ve bilinen bir tanımlama. İslamiyet’i benimseyip de, İslam dinini Kıbrıslıtürkler gibi yaşayan Müslüman bir toplum rastlanabilir bir örnek değil. Hıristiyan olup da devlet sistemi içerisine dini bu denli ağırlıklı bir şekilde sokan Kıbrıslırumlarla garip bir tezat oluşturuyor bu yönüyle Kıbrıslıtürkler. Ancak “dinci Kıbrıslı Türkler” Sayın Volkan’a patent hakkı kazandıracak kadar yeni bir kavram. Geçtiğimiz yıl Işık Kitabevi’nin geleneksel kitap fuarı söyleşilerinde konuktu Vamık Volkan. O gece kendisini dinleyenler için bu tanımlama garip değil sanırım. Vamık Volkan için Kıbrıs’ta yaşayan bütün Türkler, Kıbrıslı Türk’tür çünkü. “Gelen Türk, giden Türk! Takılmayın fazla!” Büyük bir ihtimalle gelen Türklerle ve din temelli olacağını varsaydığı çatışma endişesinin nedenini kitabında şöyle açıklıyor: “Ne yazık ki şu anda Türkiye’de iktidarda bulunan parti, dini siyasi kazanç sağlamak için bir araç olarak kullanmaktadır. Bu da akılda tehlikeli bir laik dinci çatışması yaratmaktadır. Bu yön Atatürk devrimlerinden sonra modern Türk kimliğini zedelemek için kasti olarak seçilen bir yol gibi gözükmektedir. Kıbrıslı Türkler muhtemelen dünyanın en laik Müslümanlarıdır. Ancak çok yakında laik Kıbrıslı Türklerle dinci Kıbrıslı Türklerin karşı karşıya geleceğine inanıyorum.” Kıbrıslıtürklerin laik kimliğine bir saldırı olduğunu ve bunun yakın gelecekte bir çatışmaya neden olabileceğini öne süren Sayın Vamık Volkan, bunun sorumlusu olarak da anakaradaki Ak Parti Hükümeti’ni görüyor. Vamık Volkan, AKP öncesi güneydoğudaki kaotik ortamın en hareketli olduğu dönemlerde oluşturulan politik psikoloji merkezine danışmanlık yaptığı iddia edilen bir akademisyendir. İddia odur ki bu merkez, çok kültürülü kimliğin geliştirilmesi yerine, bölgedeki Türk kimliğinin pekiştirilmesi için yapılacak çalışmalara bilimsel! altyapı hazırlamak amacıyla kurulmuştu. Vamık Volkan, 2008 yılında yayımladığı kitabında Ak Parti Hükümeti’ni, modern Türk kimliğini zedelemek için sistematik yol izleyen ciddi bir tehdit olarak görürken, bugün aynı hükümetle ortak çalışmalar yapmayı reddetmeyen bir akademisyen pozisyonundadır. TC Cumhurbaşkanı Sayın Gül’e sunulmak için hazırlanacak bir rapor için toplanan “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Demokratikleşmeye Doğru Türkiye’nin Ağacı” arama konferansının önemli bir ayağını oluşturan Vamık Volkan, görünen o ki bugün tehditten arınmış Türkiye’de! yeni limanlara demir atmıştır. Gelen ağam giden paşam misali.
Son sözde, olumlu/olumsuz şimşekleri üzerine çeken, çok şey söylenip yazılan eski Kıbrıs tarihi ders kitapları ile ilgili genel bir değerlendirme yapmayı deneyeceğim. Ortaya çıkan tepkileri yadırgamıyorum aslında. Bir dönem de Yunanistan’da tarih ders kitapları değişmiş, ortaya çıkan/ çıkarılan müthiş tepki ile kitaplar toplatılmış ve eğitim sisteminden kaldırılmıştı. Yeni kitabın yazarlarından Maria Repousi ile Kıbrıs’ta düzenlenen bir konferansta deneyimleri konusunda ayrıntılı bir sohbetimiz olmuştu. Yazdığı tarih ders kitabının okullarda kullanılmaya başlanması sonrasında yaşadığı kişisel deneyimleri, milliyet ayırt etmeksizin milliyetçi siyasetin önemli bir referans kaynağına müdahalenin, benzer tepkileri doğurabileceğini ortaya koyar nitelikteydi.
Eski kitaplar yazılarken, tarih eğitiminde siyasetçilerin malzeme ambarı ve yeni nesilleri biçimlendirecekleri bir alan oluşturma anlayışından yüzde yüz farklı bilimsel bir çaba ortya koymaya çalışmıştık. 2003 yılındaki çaba, bilimsel veriler temelinde şekillendirilmişti. Robert Stradling’in “20 Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli” kitabı, özellikle yakın tarihi kapsayan kitap, temel referans kaynağımızdı. Stradling, tarih eğitimi konusunda Avrupa’nın en saygın eğitimcilerinin başında geliyor. Onun tarih eğitimine bakışını yansıtan bir yaklaşımla konuya devam edelim.
Yaygın kabul gören temel bilimsel ilkelere göre tarih eğitimi, geçmişin yorumları, bugünün algılanması ve geleceğe ilişkin beklentiler arasında bağlantı kurabilmek olarak kurgulanıyor. Bu alanda son on yıllarda büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Demokratik gelişimini tamamlamış ülkelerde, tarih eğitimiyle artık sıralı bilgilerin ezberletilmesi yerine, öğrencinin tarih bilincinin gelişmesine, çağdaş bir kimlik oluşturmasına yardımcı olunması amaçlanıyor. Bu ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve son 25-30 yılda hız kazanan dönüşümlerle öğretmen merkezli eğitimden öğrenci merkezli eğitime geçiliyor, en azından bu konuda çaba harcanıyor ve bu çaba değişen iktidarlarla birlikte kesintiye uğramadan devam ediyor. Bu tarih eğitiminin ana işlevi, bireyler üzerinde ideolojik bir kontrol yaratma yerine, başka derslerle sağlanamayacak gelişme ve kendini geliştirme olanaklarının sağlanmasına, gençlerin çok kimlikli ve yaratıcı bireyler olarak yetişmesine katkı sağlama çerçevesinde belirleniyor. Bir yandan öğrencilerin bağımsız araştırma yapma kapasitesi geliştirilirken, diğer yandan da dar ve şoven milliyetçi bakış açısı yerini geniş bir açıdan dünyaya bakabilmeye bırakıyor. Bunun yanı sıra öğrenciler, ulusal tarihinin büyük bir ağırlık taşıdığı tarih eğitiminden, yerel tarihin yanı sıra dünya ve bölge tarihinin ağırlık kazandığı ve politik tarih ağırlıklı eğitim yerine, kültür tarihi ağırlıklı yeni bir tarih eğitimi ile tanıştırılıyor. UBP Hükümeti’nin iktidar! vaat ettiği ilk günden kaldırılacağı sözünü verdiği ve iktidar! olduğu gün kaldırıldığını açıkladığı kitaplar, kültür tarihine verdiği değerle de önemsenmesi gereken bir çabaydı. UBP hükümetinin tavrı, bu coğrafyaya özgü bir yaklaşım değil elbette. Benzer tavırlarlarla demokrasi yoksunu bölgelerde karşılaşmak her zaman mümkün. Tarih eğitiminde gerçekleştirilen değişimin çap ve derinliği, bir ülkeden ötekine, hatta bir bölgeden diğerine azımsanmayacak farklılıklar içerebilmektedir. Ve bazı bölgelerde, sözde jeostratejik nedenler, tarih eğitiminin “zaten şoven-milliyetçi ve ezberci bir bilgi depolaması olduğu” ve geçmişin kötü anılarının yoğun yaşandığı bölge insanlarının geçmişe duyduğu güvensizlik gerekçe gösterilerek değişimin inkâr edildiği de görülmektedir. Bu inkâr bazı durumlarda büyük bir tepkiyi de örgütlemekte ve değişen kitaplara karşı oluşturulan toplumsal tepki kitapların toplanmasına ve yeniden eskiye dönüşe neden olmaktadır. Ancak, oluşan tepki nasıl gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin, yeni bir modele geçiş zorunluluğunun yok sayılması, özünde kısa dönemli politik hesaplara, ulusal duyguların sömürüsü üzerine temellenmiş bir politik etki sahasının korunmasına dayanan ve toplumun eğitim düzeyinin ve demokratik katılımının yükseltilmesi gerekliliğini görmezden gelen bir tutumdur. Tarih eğitiminde yeni model, toplumda dayanışma üretebilme potansiyeline sahip, ulusal kimliği zedelemeyip tersine çağdaş içeriğiyle onu güçlendiren, insan haklarına saygılı, ırk, din, kültür, cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı, çevre değerlerine duyarlı, barışın savunulmasını temel bir değer olarak kabul eden bir eğitimi amaçlamaktadır. Çağdaş bir tarih eğitimi, aidiyet duygularını yok etmeyi değil, çeşitlendirmeyi, derinleştirip zenginleştirmeyi ve başka kimliklerle daha uyumlu bir birlikteliği özendirmeyi amaçlamaktadır. Öteki ulusları sürekli olarak potansiyel bir tehlike olarak algılayıp, düşman görmeye ya da aşağılamaya dayanan bir "öteki"leştirmeden uzak durulması için çaba harcanmaktadır. Kendi kendine övgü edebiyatına dayalı, kendi dünyasına kapalı, politik tarih ezberlemelerine odaklı yürütülen bir eğitimin, boyuna küreselleşen bir dünyada, güçlü rüzgarlara dayanıklı, gelişkin bir kimliğin ya da kimlikler toplamının inşasına yol açmadığı açıktır. Tarih bilincinden değişmek için değil, değişmemek için yararlanmaya çalışan tutucu yaklaşım, modernite öncesinin tarih kavrayışının günümüzde direnişini sürdüren bir kalıntısıdır. Boyun eğen "kul"lar ya da politik demogojinin yönlendirmesi altında saldırıya hazır "kalabalık"lar değil, sorumlu yurttaşlar yetiştirilmesi amaçlanıyorsa, tarih eğitimini bugünkü düzeyini daha geriye çekmek değil daha ileriye taşımakla mümkündür.
Okullarda öğretilen tarih yalnız akademik tarihçinin, öğretmenin, ders kitabı yazarının ve yayımcının tekelinde değildir. Tarihin kamu malı olması genel olarak kabul gören bir anlayıştır. Politikacılar, baskı grupları, etnik ve dinsel azınlıklar ve genelde ebeveynler tarih müfredatının içeriği ve öğretim biçimi konusunda söz sahibi olma hakkını kendilerinde görürler. Matematik, fen bilimleri ya da coğrafya müfredatı için göstereceklerinden çok daha büyük bir çabayla bu yönde uğraş verirler. Aynı ülkedeki çeşitli gruplar, ders kitaplarının içeriğine, metinde iletilen açık/örtük mesajlara ve varsayımlara, görsel malzemelere, yer verilen veya dışarıda bırakılan konulara, öğrenme ve öğretme tarzlarının uygunluğuna ve hatta baskı için verilen paraya ilişkin endişeler ileri sürebilirler. Anlaşılıyor ki Sayın Vamık Volkan da, eski tarih ders kitapları konusunda değerlendirmeler yapmayı kendinde hak görmüştür. Buna da hakkı vardır. Ancak bir bilim insanının yapacağı değerlendirmelerin bilimsel zeminde başlayıp, o zeminde bitmesini beklemek de bilim etiğinin gereğidir. Evet, tarih ders kitapları incelenirken nasıl bir yöntem izleneceği, iyi bir tarih ders kitabı nasıl olur sorusunun kesin bir yanıtını bulmak zordur. Toplum yapısı, eğitim sistemleri bu sorunun farklı cevaplara yönelmesine neden olabilir. Kesin bir cevap basmakalıp bir yaklaşımı da içerebilir. Buna rağmen her ders kitabı için geçerli olabilecek bazı pedagojik ilkeler toplanabilir, ancak her durumda bunlar da ders kitaplarının uygun ve elverişli olmasına tek başına yetmez. Ders kitabının yazıldığı, yayımlandığı, sınıfta kullanıldığı koşullar da büyük önem taşır. İçerik, pedagojik yaklaşımlar, içeriğin nasıl sunulduğu ve dışsal faktörler referans alınarak başlanacak bir değerlendirme, doğru bir zemini ifade edebilir. Dahası tek ölçütün bilimsellik olduğu asla unutulmadan ders kitaplarının incelenmesi için farklı kontrol listeleri de kullanılabilir. Bilimsel bir ukalalık yapma gayreti değildi bu yazılanlar. Sayın Volkan’a hatırlatmak istedim sadece.
“Hayatının son yıllarında Kıbrıs’ın kafesteki kuşlarından biri olunca, Kıbrıs kırlarında dolaşma keyfi kısıtlanan babamın anısına” diyerek başlıyordu Sayın Vamık Volkan kitabına; insanları kafesteki kuşlara döndüren ideolojik yaklaşımlarla olan akrabalığını göz ardı ederek… Ve,“Etnik, ulusal, dini ya da ideolojik çatışmaşların etkisi altındaki halkaların, karşıt geniş gruptan olanları öldürmemesini, bunun yerine barışmalarını istiyordum.” diyerek devam ediyordu.
Keşke, keşke-keşke samimiyetle istemeye hep devam etseydiniz Sn Volkan...