1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Yürümek’ ve Zamanı Geri Almak
‘Yürümek’ ve Zamanı Geri Almak

‘Yürümek’ ve Zamanı Geri Almak

Bir bakıma zamanı sahiplenme deneyimi olarak da kabul edilebilecek olan bu dinamik süreç, dayatılmış sınırları/kuşatmaları aşma, bir özgürleşme hali olarak tecelli edebilecektir.

A+A-

Hakkı Yücel    
[email protected]

‘Uzun Yürüyüş’lerin insanı, kadim dost Mustafa Hoca’nın anısına..

Modern sonrası dönem insanının günümüzde giderek daha çok açığa çıkan büyük çaresizliğidir: Zamanın ve de haliyle hayatın sürükleneni olmak. Çok meşgul ve bu meşguliyetini görünür olmanın katsayısını artırma peşinde performanslar halinde icra etme yarışı içinde olan bu insan -tam da bu nedenledir ki o artık sadece sistemin değil, kendisiyle yarışacak kadar kendinden geçtiği için bizatihi kendisi tarafından da sömürülen kölesidir; ideolojik/politik/ekonomik çözümlemeleri de aşan katmerli tutsaklık değil de nedir bu-, ciddi bir varoluş sancısı yaşıyor. Öyle, çünkü bu hay huy içinde bireyin kendine ait zamanının olmaması, bir özne olarak onu tüketiyor/yok ediyor. Ya da olsa olsa kendine dayatılan kadar kendisi olabiliyor ki bu da kendi hilafına çalışan bir mekanizmanın dişlisi haline gelmekten öte bir nitelik arz etmiyor. Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Nietzsche’nin dâhi çılgını Zerdüşt’ün (yani kendisinin) “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te, tam da bugünleri haber verircesine yüzümüze haykırdığı hâlimiz değil midir bu: “Sürü insanı”.

Kendine yabancılaşmış o insanı bugünün kaotik dünyası içinde her yerde -en çok da kentlerde/metropollerde- görmek mümkün; hakkında ne/kim olup olmadığına dair -katlanarak artan sorunlarına, çıkmazlarına dair- enine boyuna yazılıp çiziliyor. (Bu konuda yetkin bir kaynak, kitaplarının çoğu Türkçede de yayınlanan, düşünce-kültür insanı Byung-Chul Han’dır) İyi de, büyük anlatılar, siyasal-ekonomik bütüncül çözümlemeler ve önermeler bir yana - en azından vaat edilen o ‘büyük kurtuluş günü’ gelene kadar- bu tablonun dışına çıkmak, öyle ya da böyle, mümkün değil mi? Sistemin/’zamanın ruhu’nun yuttuğu, kendine tâbi kıldığı/kölesi yaptığı modern insan, giderek daha çok yitirdiği ‘kendine ait, kendinin hükmedeceği zamanı -en azından kısmen- geri alamaz mı? Kuşatmaları, dayatmaları, hâkim kalıpları aşabilenler yok mu?  Çıkış yolu kapsamında kolektif olandan çok, bireysel olanı ima eden bu sorunun -haliyle yanıtının da- bu eksikliğini kabul ederek, tarihsel olması bakımından, ilk akla gelen örneğini hemen zikredelim: Yalın haliyle ‘aylaklar’, daha sofistike ifadesiyle ‘Flanörler’. (“Flanör Düşünce” kitabında -Derleyen: Hüseyin Köse, Ayrıntı Yayınları- flanörü tanımlayan bu sofistikasyon “yürüyen düşünce” olarak ifade edilmektedir.) Sanayileşme sonrası (modern dönem) ilk kez on dokuzuncu yüzyıl ortalarında (C.Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” kitabında) sözü edilen ‘Flanörler’, modern kenti ve yaşamı ‘yürüyerek’ dolaşmak suretiyle gözlemleyen, sorgulayan, kendilerince bu curcunanın dışına çıkacak alanlar yaratmaya, bilinç düzeyinde de bunun düşünsel kapsamını oluşturmaya çalışan tiplerdir. ‘Flanör’ üzerine düşünen/yazan (bir miktar kendisi de öyle olan) bir başka düşünce-kültür insanı W.Benjamin’in bu ‘aykırı’ tipi tarif ederken söylediği şudur:  “Flanör, kendini kaplumbağanın temposuna uydurmaktan hoşlanırdı. Eğer ona kalsaydı, ilerlemenin böyle adımlarla sürmesini isterdi.” Buradan da anlaşılacağı üzere flanörlerin belirgin karakterleri önceden saptanmış bir amacı ve hedefi olmayan, serbest adım/kaplumbağa temposu ‘yürüyen’ (şimdilerin giderek fetişistik bir hal alan ‘sağlıklı olmak’, ‘fit olmak’, ‘görünürlüğü’ taçlandıracak ölçüler içinde olmak kaygısıyla hareket edenlerin yaptıkları biçimde yırtınırcasına ya da illa ki belirli bir tempoda değil) ve ‘düşünen’, bir başka ifadeyle bugünü tanımlayan ‘performans, hız ve haz’ hallerine karşı çıkan, yerleşik sistemin kuşatmalarına, dayatmalarına direnen ve nihayet sürükleneni değil hükmedeni olacağı kendi zamanını sahiplenen bireyler olmalarıdır. Burada öne çıkarılan ‘yürümek’, ki ‘hız kesmek/yavaşlamak’la özdeştir –‘kaplumbağa temposu’ metaforunun da ima ettiği gibi- (‘yürümek’ demişken son dönemlerde bu minvaldeki kitapların ardı ardınca yayınlandığını hatırlatalım. Ör. “Yürümenin Felsefesi. F.Gros”, “Yürümeye Övgü. D.Le Breton”, “Yürümek. H.D.Thoreau”, “Filozoflar Nasıl Yürür. R-Pol Droit.”, “Nietzsche ile Yürümek. J.Kaag” vb.) ve ‘düşünmek’ (alternatif bilgi/bilinç) halleri, birbirleriyle bağlantılı iki edimdir ve de bu birliktelik bireysel ölçekte (doğrudan ya da dolaylı kolektif karşılığı da olacak olan) bugünün dünyasının (zihniyet ve yaşam biçimlerinin) dayatmaları, kuşatmaları karşısında yeni alanlar ve çıkış yolları bulmak bakımında önemli bir tutamak teşkil etmektedir.

Şu da vardır: Modern kenti mesken tutan ve orada yaşam süren Flanörlerden yola çıkarak söyleyecek olursak -şüphesiz ‘yürümek’ ve ‘düşünmek’ sadece modern kentle sınırlı faaliyetler değildir; misal, doğada da ‘yürümek’ ve ‘düşünmek’ mümkündür; ne diyordu Nietzsche “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle”- modern hayatı, dinamiklerini/bileşenlerini, karmaşasını yansıtmak ve bu bağlamda çözümlemelerde bulunmak bakımından yine modern kentlerin/metropollerin en çarpıcı mekânlar oldukları da aşikârdır. Şöyle ki, kaotik dünyası ile insanı kuşatan, görünür görünmez kurallarını dayatan, yaşam biçimi/ temposuyla onu sürüklenen bir nesne haline dönüştüren, tutsak eden modern hayatın hüküm sürdüğü yerler olarak modern kent/metropollerin, nesne haline getirdiği insana aynı anda kendini yeniden var edecek fırsatları sunan gizil potansiyelleri içkin bir aurası da vardır. En azından ona, kendini tutsak eden yüklerinden hiç olmazsa bir kısmını terk etme cesareti gösterdiği takdirde, içinde kaybolma ve yeniden kendini bulma temrini yapma imkânı sunacak doğurganlığa sahiptir. O doğurganlıktır ki, geniş-dar, kimileyin çatallanan, kimileyin kıvrımlanıp labirent halini alarak ve de çeşitlenerek uzayıp giden o sokaklarda yürümek/düşünmek, dış uyaranlar kadar -ör.görünür görünmez çelişkileri açığa çıkaran bir görüntü, bir olay, bir ses vb.- iç uyaranları da harekete geçirerek ‘varoluşsal’ seviyeye varana kadar giden sorgulamayı gündeme getirebilecektir. (Heidegger’den mülhem, “varlığın unutuluşu” ve “yeniden hatırlanışı” diyalektiği olarak nitelendirmek bu durumu, çok mu ‘aşırı zorlama’  olacaktır?)  Sonuçta bir bakıma zamanı sahiplenme deneyimi olarak da kabul edilebilecek olan bu dinamik süreç, dayatılmış sınırları/kuşatmaları aşma, bir özgürleşme hali olarak tecelli edebilecektir.

Naçizane, tecrübeyle sabittir; uzun yıllarımın geçtiği İstanbul’da fırsatını yaratıp –fırsatını bulup değil, bizzat yaratıp- zihnimi/ruhumu pranga altına alan yüklerimi ardımda bırakarak, bugün burası yarın orası bir başka gün berisi, amaç ve hedef belirlemeden saatler boyu süren ve işin hülasası mı demeli, çoğunlukla bir kitabevinde sonlanan yürüyüşlerde yaptığım buydu. O saatlerde görünenin görünmeyeni teşvik/tahrik edecek kertede zihnimde doğurganlık olarak karşılık bulacak bir özgürlüğe doğru yol alırdım. Yaşamın hız kestiği, zamanın ve mekânın genişleyerek başka zamanlara ve mekânlara ulaştığı (hem her ‘yerli’ hem de ‘hiçbir yerli’ olma halidir bu), eşliğinde ‘yürümek’in ‘düşünmek’ dışında bir başka vazgeçilmez bileşeni olan ‘konuşmak’ı yalnızsam kendimle, değilsem beraber yürüdüğüm, benzer kaygıları taşıyan dostumla (bu vesileyle geçenlerde yitirdiğim kadim dostum Mustafa Hoca’yı, -Dr. Mustafa Aksoy’u- rahmet, minnet ve özlemle anıyorum) bereketli bir muhabbete çevirdiğimiz ve de asıl zamanı kendimizin kıldığımız doğurgan demlerdi bu anlar. O kadar ki bu saatlerde sözün, konunun, fikrin, duygunun sınırları aşılır, kuşatıcı/dayatıcı hayatın bin bir yolla sınırladığı idrak kapasitesi ve ufuk genişler, düşünce derinleşir duygu yoğunlaşır, dil salt bir iletişim aracı olmaktan çıkarak, müktesebatımız oranında bir anlam ve anlamlandırma işlevi kazanırdı. Bir kaçış gibi görünse de -o yanı da vardı kuşkusuz ama bu özgürlüğe kaçıştı- apaçık üretken yürüyüşlerdi  bunlar ve her geri dönüşte “sürü”den/’sürü olma” halinden biraz daha uzaklaşmayı, adeta yeniden var olmayı (“varlığın hatırlanışı”) açığa çıkarıyordu.                                                                                                                                                O günlerden bu yana ‘yürümek’, şimdilerde daha çok bir parkta gerçekleştirdiğim ama hâlâ bir alışkanlıktan çok kendimce bilinçli/doğurgan bir eylem olma özelliğini koruyarak devam ediyor benim için. Her ne kadar böyle bir mekânda yürüyor olmak işin büyüsünü bozmuş olsa da -öyle ya büyük kentin mekân ve zaman olarak geniş kapsamına karşılık park dediğim evin karşısında hepi topu 450-500 metre karelik bir yer-  o büyüyü ısrarla yakalamaya çalışıyorum. Şöyle: Yürüdüğüm ortamda içinde bulunduğum ana dâhil olan mevcudun “çıplak gerçeklik”leriyle (ör.parkın fiziki varlığı, çoğu ‘sağlıklı yaşam’dı, ‘fit olmak’tı, beğenilme katsayısı yüksek ölçülere sahip olmaktı diye yürümekten çok çırpınıp duran insanlar, başımın üstündeki gökyüzünün kendinde hali vs..) yetinmiyorum. Bir başka ifadeyle ‘yürümek’ eylemini, görünür olanı görünmeyen yanlarıyla çoğaltmak suretiyle, -bir bakıma zamana hükmederek- rutine boğulmuş hayatın boğucu iklimini aşma deneyimine dönüştürüyorum. Hem zaten ‘yürümek’, -sıradan olmayan yürümek-  bütün o prangalardan azade olmak, özgürleşmek, o çabayı göstermek demek değil midir?

Yöntemim basit, önce tam bir yalıtılmışlık sağlayan kulaklığımı takıyorum. Bu, birazdan karşılaşacağım çıplak gerçekliğin ötesine geçebilmeyi sağlayacak, “içerden ve dışardan gelecek duyumları, coşkuları durmaksızın işlemek” biçimindeki dürtüleri harekete geçirecek, bakılanda farklı olanı görme/gözlemleme imkânı yaratacak zihinsel edimin işlevsellik kazanacağı andır. Şimdiden sonra artık ortamdaki nesneler ve özneler, kendi sınırlarından taşarak yer bulacakları, kendimin kurguladığı bir hikâyenin içinde yeni birer gerçeklik olarak anlam kazanacaklardır. Böyle olunca da ‘yürümek’, küçük bir parkın düz çizgi keskinliğindeki tartan pistinde devam ediyor olsa da, ara yolları, patikaları, sapaklarıyla genişleyen bir hikâyenin -başka hayatlara ve zamanlara uzanacak kadar birçok hikâyenin-, içinde yaşanan bir serüven halini alacaktır ki büyüsü de işte tam buradan kaynaklanmaktadır. Bu serüvenin her gün bir başka deneyim olarak yaşanması (buna özgürleşmenin ve onun teşvik/tahrik ettiği yaratıcılığın mucizesi diyebilir miyiz) verimli olduğu kadar doğrusu büyük bir keyif de.

Mutlaklaştırılmış ideolojilerin ‘ya biri ya da diğeri’ kesinliğiyle beslenen aklının kestirmeden, ‘karın doyurmadığı’, ‘bir kaçış’ olduğu ve kolektif olanı ‘es geçen’ bireysel tutum olarak suçlayacağı bu verimlilik hali ve bu keyif, evet belki karın doyurmuyordur, belki bir kaçıştır (ama geri dönüşü vardır) ve de son kertede bireysel bir tutumdur. İyi de o zaman şu soruyu sormak da gerekli değil midir: İnsanın açlığı sadece midesi ile mi sınırlıdır, onun zihinsel/düşünsel açlığı yok mudur; ‘varoluş macerası/varlık’ sadece mide ile mi kaimdir, eğer öyleyse insanı diğer canlılardan ayıran farkı nedir?

Bu, her insanın/bireyin kendine soracağı ve yanıtını vereceği soru olmak gerekir. Bir bakıma ‘yürümek’ -sıradan bir yürümek değil- zamanda ve mekânda işte bu sorunun sorulduğu ve yanıtının arandığı dinamik bir serüvendir. Ayrıcalığı da buradan gelir.

Az şey midir?

Bu haber toplam 2986 defa okunmuştur
Gaile 497. Sayısı

Gaile 497. Sayısı