Yüzleşme, Helalleşme ve Toplumsal Barış
Bu yazıyı kaleme alalı neredeyse iki hafta oldu ama araya hayat girdi, bir türlü sonlandıramadım…
‘Araya hayat girdi’ dediğim aslında bir dosta veda süreciydi. Hiç beklenmedik ve konduramadığım bir ölümle yüzleşmek ve cenazesinde ‘helal olsun, helal olsun, helal olsun’ demek durumunda kaldım. Canım çok yandı, birden hayata karşı burkuldum, her şeye yabancılaştım. Aşağıda okuyacağınız üzere, zaten fazlasıyla karmaşık bir süreçten geçiyordum, Naco’yla helalleşirken tabiri caizse dağıldım…
Ama hayat işte! Sevdiklerinizin ölümü de büyük bir sınav bu hayatta. Bir süre tüm dünyevi meseleler anlamını yitiriyor, sonra yeniden toparlanma süreci başlıyor ve kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Elbette aynı şekilde değil; hüzünle biraz daha harmanlanarak, hayat veya ölümle biraz daha yüzleşerek…
***
Geçtiğimiz hafta karmakarışık duygularla geçti. Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ çağrısında bulunduğu videoyu seyretmemle başlayan umutla karışık huzursuzluk, hafta içerisinde Netflix’te izlediğim ‘Kulüp’ dizisi ile önce derin bir hüzne, ardından Asi Production tarafından hazırlanan ve ilk gösterimi yapılan ‘Tarih Eğitiminin Ötesinde’ adlı belgeselle öfkeli bir isyana dönüştü. En sonunda Kıbrıs Rum basınında yayımlanan Crans Montana’daki son yemeğin tutanaklarıyla had safhada bir duygusal yoğunlukla doruğa ulaştı.
Birbirinden farklı konular ama art arda gelince, insan kendini ve içinde yaşadığı coğrafyada ne denli kurgulanmış ‘gerçek’lere maruz kaldığını sorgulamadan edemiyor. Elbette bu, basit bir cevabı olan veya kolay çözümlenebilen bir sorgulama değil…
***
Annem Kıbrıs’ın Limasol kasabasında, babam Baf’a bağlı Ayanni köyünde doğdu ve büyüdü. Ankara’da üniversitede okurken tanışıp evlendiler ve adaya geri döndüklerinde Lefkoşa’ya yerleştiler.
1974’te, 9 yaşındaki oğullarıyla birlikte Lefkoşa’da yaşıyorlardı, ancak her ikisinin de ailesi 1974’ten sonra göçmen oldu. Annemin ailesi Girne, Boğaz, Mağusa, Güzelyurt ve Yeşilyurt’a, babamın ailesi ise büyük oranda Bostancı’ya yerleşti.
Göç eden tüm Kıbrıslılar gibi, geride sadece evlerini değil, gelmiş geçmiş, maddi manevi tüm hayatlarını bıraktılar. Annemin anne ve babası, Yunan cuntasının darbesi ve ardından Türkiye’nin müdahalesi gerçekleştiğinde tesadüfen birkaç günlüğüne Girne’de bulunduklarından, küçük bir çantayla geldikleri gibi kaldılar ve bir daha evlerine geri dönemediler. Annemin çocukluğundan veya gençliğinden kalma tek bir fotoğrafı olmadı, ta ki yıllar sonrasında teyzesinde bulunan bir fotoğrafı ortaya çıkana dek. Sanırım o zamanlar lisedeydim. O fotoğrafa günlerce baktığımızı ve üzerine birçok anı yerleştirdiğimizi hatırlıyorum. Kaybolan bir çocukluk yeniden bulunmuş gibiydi.
13 yaşına kadar köyünden hiç çıkmayan babam ise, okuyabilmek için Ayanni’den ayrıldı ve bir daha dön(e)medi. Köyündeki çocukluğunu; bir yandan babasının peşinden iş kollarken, diğer yandan gaz lambasının ışığında ders çalıştığı günleri ve pek tabii köyün meşhur üzüm bağlarını hâlâ anlata anlata bitiremez. Yıllar sonra karşılıklı geçişler başlayıp da kardeşlerinin Trodos dağının eteğindeki köylerini ziyaret etmeleriyle birlikte, o üzüm bağlarının yerle yeksan olduğunu öğrenmişti. ‘Şimdi köyüme gidip de bu manzarayı mı göreyim!’ diyerek uzun bir zaman onu Ayanni’ye gitmeye ikna edemedik.
1963-1974 arası her ikisi de adada, savaşın tam içinde, herkes gibi var olma mücadelesi verdiler. Diğer tüm erkekler gibi babam da 11 yılını mücahitliğe verdi. Aylarca evine gidemediği, yeni doğan çocuğunu aylarca göremediği günler oldu. Abim, savaşın tam içinde 1965’te Limasol’da doğdu, savaşın tam içinde Lefkoşa’da büyüdü. Üniversite öğrenimi için Ankara’ya gitti, orada kaldı, orada hayatını kurdu.
Ben ise, savaştan 4 yıl sonra, bölünmüş başkent Lefkoşa’da doğdum ve büyüdüm. 21 yaşımda Amerika’ya gidene kadar da sınır ötesindeki komşularımızdan tek bir tanesini tanımadım, bilmedim. Okuduğumuz tek tarih kitabındaki ve daha ilkokul çağında gezdirildiğimiz ‘Barbarlık Müzesi’ndeki ezeli düşmanlarımızdı onlar. Biz Kıbrıslı Türklerin ötekisiydiler. Hem bireysel ve fiziksel hem de toplumsal ve sosyolojik olarak dikenli tellerin ve bariyerlerin öbür tarafındaydılar. Benim neslimin tüm bireyleri gibi, böyle bir milli bilinç inşasının içinde büyüdüm. Kıbrıslı Rumlara yakınlığım, en fazla annemin Limasol’da Kıbrıslı Rum komşuları ve arkadaşları ile yaşadığı anılardaki kadar ya da babamı Yiğitler Burcu sınırındaki spor kulübüne bırakıp almalarım kadar oldu. Bir taraftan babamın mücahitliğine ve EOKA’ya karşı sürdürülen direnişe dair yaşanmışlıkları dinlerken, diğer taraftan yaşadıkları mahallede EOKA tarafından olay çıkarıldığında annemlerin Rum komşularının evine sığınarak olayların yatışmasını beklediklerine dair hikayeler de vardı.
Hem Türkiye sevgisinin yoğun olduğu hem de farklılıklara saygılı bir ailede büyüdüm. Ailem UBP’li olduğu için bana CTP’li olduklarını ‘itiraf’ eden çok yakın arkadaşlarım sayesinde, sınırlarla bölünmüş iki halkın yeniden bu adada birlikte barış içinde yaşayabileceklerine dair bir ülkü olduğuna küçük yaşlarda aşina oldum. Şanslıydım ki UBP’li ailem ile CTP’li arkadaşlarım hiçbir zaman birbirine tezat düşmedi veya dışlayıcı olmadı benim yaşamımda. En yakın arkadaşlarımın CTP’li olduğunu öğrenerek ağlaya ağlaya eve gittiğim o günü hiç unutamam. Olayı anlattığım annem ve babam, yüzlerinde tatlı bir gülümsemeyle, bana aileden ve arkadaşlarından kimlerin daha CTP’li veya sol görüşlü olduğunu ve farklı görüşlere sahip olmamızın onları sevip saymamızın önünde hiçbir engel teşkil etmediğini ve hiçbir önemi olmadığını, arkadaşlarımın görüşlerine saygı duymam gerektiğini, bunu yaparken onları sevgiyle kucaklamaya devam edebileceğimi öğütlediler ve öğrettiler. Aile bakımından şanslıydım şanslı olmasına ama yine de buna rağmen içinde yetiştiğim toplumda UBP’li veya CTP’li olmanın bir bedeli vardı demek, ki hem arkadaşlarım hem de benim açımdan kolay bir konuşma olmamıştı.
Bir Kıbrıslı Rum’la ilk defa 21 yaşımda tanıştım. Yıl 1999; daha kapılar karşılıklı geçişlere açılmamıştı. O da benim gibi sınır ötesindeki bir Kıbrıslı ile ilk defa tanışıyordu. Küçücük bir adada, kendi yurdumuzda bırakın tanışabilmeyi, birbirimizi görme, konuşma şansımız dahi yoktu. Üstelik ikimiz de Lefkoşalıydık. Belki evlerimiz birbirine en fazla 10 kilometre uzaklıktaydı, ancak biz iki Kıbrıslı olarak 10,000 kilometre ötede, yurdumuzdan uzakta, yabancı bir şehirde ilk defa yan yana gelebilmiştik. Mesafesiz bir arada durduğumuz o ilk dakikalar sanırım ikimiz için de çok huzursuz anlardı. Çünkü o da benim gibi aynı milli bilinç inşasının süzgecinden geçerek gelmişti. Ben de onun ‘düşmanı’, ötekisiydim. Eminim şimdiki ben onunla yakınlaşmak ve bir şeyler paylaşmak için daha çok çaba gösterirdi, ama o zamanki ben ne yazık ki bunu yapamamıştım. Aramızdaki fiziksel sınır artık orada olmasa da zihinsel olarak çok daha derin ve ağır sınırlar vardı. Halen ‘Barbarlık Müzesi’ndeki 3 küçük çocuğuyla kan revan içinde küvette yatan kadın ruhumda bir yerlerde asılıydı. Tarih kitabındaki toplu mezar fotoğrafları halen beynimin bir köşesinde duruyorlardı. Karşımdaki insanla nasıl bir bağ kurabileceğimi bilemiyordum. Toplumsal korkularımın ve travmalarımın yaşattığı güvensizlikle, karşımdakine nasıl güven duyup arkadaşlık kurabileceğim arasında büyük bir çelişki yaşıyordum. Karşımdakinin de benim gibi etten ve kemikten bir insan olduğu gerçeği ile resmi tarihin bana ‘düşman’ diye öğrettiği kişi arasında sıkışıp kalmıştım.
Benim için kırılma noktası, 2003 yılının başlarında, Annan Planı’nın ilk versiyonunun toplumların bilgisine sunulmasıyla aynı zamana denk gelen Ankara’da doktora eğitimine başladığım dönemde oldu. Annan Planı süreci, zaten çoğu Kıbrıslı Türkün hayatında bir kırılma yarattı, bir nevi toplumsal dönüşümün neferi oldu. Yine de bana tam anlamıyla okul olan ODTÜ’nün düşünsel dünyama ve siyasi kimliğime kattıklarını es geçemem. Rasyonel düşünceden sıyrılıp eleştirel bakabilmeyi, kelimeleri ve kavramları yıkıp yeniden inşa edebilmeyi, devletlerin ve resmi politikaların birer kara kutu olmadıklarını ve çeşitli dinamiklerle yeniden oluşturulup şekillenebileceklerini, insan ve toplum faktörlerinin önemini, uzlaşı ve barış kültürünün stratejik çıkarların maksimize edilmesinden daha büyük bir güç olduğunu, güvenlik ve güvensizliğin bize dayatıldığı gibi katı, değişmez olgular olmadığını, tam tersine her ikisinin de yeniden inşa edilebileceğini ve dönüştürülebileceğini, ama en önemlisi özgürleşmenin değişimin en kuvvetli itici faktörü olduğunu öğrendim.
Nitekim Annan Planı süreciyle birlikte, Kıbrıs’ın kuzeyinde ‘sağcı’ dediğimiz kesimlerin ‘sol’ ideallerle nasıl harmanlandığını, evrensel değerlerle yurt sevgisinin nasıl bütünleştiğini tecrübe ettik. Kıbrıslı Türklerin iradesinin, sağdan sola, aşağıdan yukarıya, katman katman nasıl şekillendiğine, dünya içinde bir varlık olma mücadelesinin dönüşerek nasıl somutlaştığına şahit olduk.
Belki yakalanan o ivme zaman zaman düştü, hatta belki yeniden dibe vurdu. Belki dönem dönem yorgun düştük ve düşüyoruz. Ama içimizdeki hak ve varoluş mücadelesi ile yurdumuzda insanca ve barış içinde yaşama ülküsünü de yitirmedik. Yitiremeyiz de!
Coğrafya, milliyetçilik ve yurt; hiç de kolay bileşenler değil ama esas görev toplumun ve toplumların… Kendimizle ve ‘ötekimiz’le yüzleşmeye, ne kadar doğru bir kavram olduğu tartışılır belki ama helalleşmeye ve geleceğe birlikte odaklanmaktan başka yol yok gibi görünüyor artık. Hem fiziksel hem zihinsel olarak sıkışıp kaldığımız dar alanları genişletmeye, kabuğumuzu kırıp gelişmeye ihtiyacımız var. Dolayısıyla, birtakım konjonktürel veya üstten gelip dayatılan fırsatlara değil, toplumsal dinamiğin gerekli kıldığı fırsatları kollamamız lazım. Toplumsal dinamiği de yaratacak olan bizleriz, bizler olmalıyız. Çünkü bu adada hakla ve hakça yaşama mücadelesinde çocuklarımıza ve gelecek nesillere bir borcumuz var: Barış.
Belki fazlasıyla kişiselleştirilmiş bir yazı oldu ama özellikle bu adada hangimizin kişisel hikayesi politik değil ki?