Zaman: “Özlemlerin ve Umutların Mezarı(mı)dır.!?”
Nedir zaman? Soru bu olunca, yaşlı bilgenin bu konuda söylediklerini hatırlamamak mümkün mü: “Bana zamanın ne olduğu sorulmadığı sürece zamanın ne olduğunu biliyorum; ama sorulduğunda bilmiyorum..”
Corona’nın, dehşeti yanında bize kendi zamanımızı iade etmesini de fırsat bilerek odada kitaplar arasında daha çok gidip gelirken, gözlerim sol çaprazıma düşen pencereden dışarıya takılıp, gökyüzünde yoğunlaşan gri yağmur bulutlarını ve onların hafif bir rüzgârın eşliğinde sürüklenerek neredeyse yere indi inecek kadar alçaktan geçişlerini görünce, bir an için okuduklarım kafamdan uçup gitti. Aynı anda karşı duvarda, mevcudiyeti belki tek düzeliğin kalın perdesiyle örtündüğünden hanidir sesini hiç duymadığım saatin tik takları birden kulaklarımda çın çın ötmeye başladı. Bir yandan yağmur bulutlarının alçaktan geçişi, bir yandan saatin tiktakları ve derken bir günün daha bitmekte olduğunu haber veren akşamın usul usul çöken hüzünlü alaca karanlığının hep birlikte üzerime gelmesinden midir nedir, o dakika zamanın elle tutulacak kadar somut, içimi ürpertecek kadar yoğun varlığını duyumsadım.. Yaşlanıyorum da onun için mi zamanın yükü artık ağır geliyor diye kendi kendime düşüne durayım, içimde engel olamadığım bir şey beni dürttü, elimdeki kitabı bıraktım, yerimden kalktım ve çoğunlukla aradığımı ilk anda bulamadığım dağınık kütüphanemden sanki elimle koymuş gibi bir başka kitap aldım: “Ses ve Öfke” (William Faulkner)..
Bu bir tesadüf müydü? Hiç de değil.. Faulkner’in bir ailenin dağılışını, o aileye mensup fertlerin farklı bilinç dünyalarından aktararak anlattığı “Ses ve Öfke” romanının peşine düşmemin sebebi şuydu: ‘Zaman’a dair cümlelerin yer aldığı ve her okuduğumda beni bir kez daha sarsan o kısacık ama çok çarpıcı bölüm. Aradım, buldum ve yeniden okudum. Roman boyu hikâyesi anlatılan Compson ailesinin fertlerinden birisi olan Quentin odasındadır ve saatin tik taklarına kulak kabartmıştır. O an, hem pencerenin gölgesinin perdelerin üstüne vurduğunu fark edecek ve tecrübeyle sabit olduğundan saatin yedi ile sekiz arası olduğuna hükmedecektir, hem de o saatin büyükbabasından babasına, ondan da kendisine kadar uzanan geçmişini ve sonra da babasının o saati ona verirken söylediklerini hatırlayacaktır: “Sana bütün özlemlerin ve umutların mezarını veriyorum; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.”
Doğrusu çok da iç açıcı olmayan -ama şiirsel olduğu kesin- bu satırları bir kez daha okuduktan sonra şunu düşündüm: Faulkner’in, beş kez yeniden yazacak kadar büyük özen gösterdiği, müthiş bir yaratıcılık örneği sergilediği bu çarpıcı romanında, ruhunda fırtınalar esen kahramanı Quentin’e, üç nesil kullanılan saatten ve onun duyulan tik taklarından hareketle babasının ağzından söylettiği cümleleri, romanın/edebiyatın sisli dünyasından çekip çıkararak, hayatın gerçeklerle yoğrulan dünyasına aktaracak olursak, acaba ne tür anlamlar çıkarmak mümkün olabilir. Çok mu karamsar bir dildir bu, yoksa isyankâr mı; intiharın kıyısında gezinen ve adım adım ölüme yaklaşan Quentin’in kendi sorunlu iç dünyasıyla mı sınırlıdır sadece, yoksa modern insanın zamanla olan karmaşık ilişkisini de mi açığa çıkarmaktadır; zamanın karşı çıkılamaz hükmü mü hatırlatılmaktadır bir kez daha, yoksa insanın kendi varoluşunu belirleyen en güçlü yetisi olan özgür iradesini her şeye rağmen harekete geçirmesi yönünde bir çağrı mı yapılmaktadır; ya da zamana tabi olan mutlak bir umutsuzluk mu, yoksa zamanı aşan ve ölçü tanımayan bir umut mu işaret edilmektedir burada?
Bütün bunlara yanıt vermeye çalışmadan önce kuşatıcılığı itibarıyla herhalde şu büyük soruyu sormak gerekmektedir: Nedir zaman? Soru bu olunca, yaşlı bilgenin bu konuda söylediklerini hatırlamamak mümkün mü: “Bana zamanın ne olduğu sorulmadığı sürece zamanın ne olduğunu biliyorum; ama sorulduğunda bilmiyorum..” İşin karmaşıklığı bu yanıttan da belli; daha açıklayıcı olarak belki şu söylenebilir: Asıl olan zamanı, insanın onunla kurduğu ilişki üzerinden anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır..
Faulkner’in yazdıklarına buradan bakınca kanımca şunu söylemek mümkün: Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde geçen ve bir ailenin dağılışının hikâyesinin anlatıldığı “Ses ve Öfke” romanında saat tik taklarının ilk anda Quentin’e hatırlattığı zamanla -saat yedi ile sekiz arası olmalıdır-; babasının ona “bütün özlemlerin ve umutların mezarı” olduğunu söylediği zaman algısı ve mahiyeti arasında bir fark olmak gerekmektedir. O fark da galiba şudur: Quentin’in işittiği saatin tiktaklarının yalnız başına işaret ettiği zaman, ölçülebilir, insan iradesinin dışında akıp giden, ‘nesnel’ (objektif) zamandır. Saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl gibi ölçülerle dönüşümsel olarak kendini tekrar eden bir süreklilik söz konusudur burada ve bu seyir karşısında insanın ‘zamansal konumu’ belirlenmektedir..Bir başka ifadeyle burada insanın iradesi dışında, dönüşümlü tekrarı ile süreklilik gösteren zaman, bu süreklilik içinde o insana çeşitli evrelerden geçerek -çocuk, genç, orta yaş, ihtiyar- doğumdan ölüme doğru gidişini hatırlatır, o kadar ki burada “zaman, itirazsız boyun eğilen bir kader gibi görünür herkese.”
Oysa babanın “bütün özlemlerin ve umutların mezarı” olarak tarif ettiği zaman, insan iradesinin doğrudan müdahil olduğu, yani zamanın onun iradesinden bağımsız ‘nesnel’ (objektif) olmaktan çıkarak ‘öznel’ (sübjektif) mahiyet kazandığı, bir bakıma insana özgü ve hatta ona tabi bir tasarım konusu halini alan zamandır. Burada önemli bir fark vardır ki o da şudur: İnsan, ‘nesnel’ zamanın sürekliliğinin getirdiği sonuçları bir kader olarak kabul edip ona boyun eğerken; öznel zamanda bu kadere, etkin bir irade olarak müdahale edebilmektedir. Son kertede bir ‘ yenilgi’ olarak nihayetlenecek olsa da -öyle ya insan hep ölüme doğru yaşamaktadır- bu durum bir bakıma insanın sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri ve özlemleri arasında sıkışmasının ve oradan bir biçimde çıkmaya çalışmasının hikâyesidir. Ne kadar akıl merkezli ve güçlü olursa olsun modern insanın serüvenidir de bu aynı zamanda ve onun bu sıkışıklığı aşmak için çırpınıp durduğu ‘ölümsüzlük’ arayışı, ‘ölümlü olduğu’ gerçeğini değiştirmemesi bir yana, kimileyin trajik kaderinin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. Kanımca Faulkner’in “umutların ve özlemlerin mezarı” derken ya da “şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir” yollu ağır bir hükümde bulunurken, anlatmaya çalıştığı da budur. Sanki burada ölümün “aklın en büyük yenilgisi” olduğu bir kez daha hatırlatılarak bu gerçeğin, bütün çırpınmalara rağmen, zamanı “umutların ve özlemlerin mezarı”na dönüştürdüğüne vurgu yapılmaktadır. İyi de durum gerçekten bu kadar vahim midir?
Sadece bu değildir kuşkusuz. İnsanlığın ‘uygarlık macerası’nda önemli bir yol ayrımı olan modern dönemin -modernitenin- ‘aydınlanma‘cı zihniyet dünyası zamanı, “aklı, amacı ve yönü” olduğu gerçeği üzerine oturtarak, onun tarihsel serüvenini teleolojik (amacı belirlenmiş) ve ‘ilerlemeci’ (o amaca doğru ilerleyen) bir anlayış üzerinden okumuş, daha iyi bir dünya, toplum ve insan yaratmayı kendine hedef olarak belirlemiştir. Bu bağlamda en temel ilke olarak da daha özgür, daha adil, daha müreffeh, daha barışçıl olmak kabul edilmiştir. Nitekim W.Brown da bu tarihsel süreci “ Aydınlanma’nın temel ilkelerinden biri olan insanlığın, düşe kalka ve ikircikli bir şekilde de olsa, adım adım daha büyük çapta bir özgürlük, eşitlik, refah, rasyonalite veya barışa doğru ilerlediği tezi on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda birtakım açık ifadelerde öne sürülmüştür. Hegel’e göre dünya giderek daha rasyonel; Kant’a göre daha barışçıl; Paine’e göre doğal hukuk ilkelerine daha sadık; Tocqueville’e göre daha eşitlikçi; Mill’e göre daha özgür ve aklını kullanmaya daha yatkın; Marx’a göre ise, muhtemelen, bu saydıklarımızın hepsini kapsayan bir hal almaktaydı” biçiminde özetlemiştir.
Sonuçta ‘modern zaman’ insanlığın uygarlık mücadelesinde öngörüldüğü gibi seyretmese de, bütün ihtişamı ve sefaletiyle önemli bir tarihsel dönemi ve süreci ifade etmektedir ve sırf bu özellikleri nedeniyle de bir sorgulamaya ve de hesaplaşmaya tabi tutulmak gerekmektedir. Şimdilerde, dehşetli ve evrensel ölçekte çok sert bir vuruş olduğu için Corona Kıyameti nedeniyle bu tarihsel dönemle sanki daha bir ciddi yüzleşiliyor. Bu konuda virüsün çözümlenmesine ve ortadan kaldırılmasına yönelik bilimsel çalışmalar bir yana, bugünden hareketle geleceğe yönelik olarak ekonomik/toplumsal kapsamda neler ve nasıl olacağına dair yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor, böyle gitmez hiçbir şey eskisi gibi olmayacak deniyor, değişim ve dönüşüm bir zorunluluk olarak öneriliyor. Bunların hepsi yapılıyor da, sanki bir şey eksik kalıyor.
O eksiklik, bu süreçte birey olarak insanın kendisinin de bu vesileyle kendi kendisiyle yüzleşme zorunluluğunun yeterince dillendirilmemiş olmasıdır. Oysa Corona, yerleşik sistemi ve o sistemle örtüşen zihniyet dünyasını teşrih masasına yatırırken, bu sisteme ve zihniyete dâhil birey olarak insan bundan muaf değildir. Bu bağlamda her insanın, ortaya çıkan tabloda kendi payına düşeni -yaşam biçimini, taleplerini, sistemin belirlediği koordinatlar içinde onu besleyen alışkanlıklarını, doğa ve zamanla ilişkisini- sahici ve samimi biçimde gözden geçirmesi gerekiyor. Şundan ki, eğer Corona’dan sonra yeni bir döneme geçilecekse, bu aynı zamanda yeni bir insan tipolojisini gerektirecektir. Bu da ‘nicelik ölçekli’, yani daha çok kazanmak, daha çok sahip olmak, daha çok tüketmek vb. özellikler taşıyan, zamanda nesne konumunda sürüklenen biçimdeki insandan; ‘nitelik ölçekli’, yani değerler kapsamında anlam kazanan, zamana doğrudan ve etkin biçimde müdahil olabilen özne konumundaki insana evrilme olması demektir.
Sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında sıkışan ama her halükârda ölüme doğru yürüdüğü için zaman karşısında yenik düşen insanın, ‘nitelik ölçekli’ kendini inşa süreci, hayat ve doğayla olan ilişkisinde ciddi bir mahiyet değişikliğine yol açacakken, zamanla ilişkisini de değiştirecek, ona “özlemlerin ve umutların mezarı” olmaktan, o özlem ve umutların yeşerdikleri yer olmak niteliği kazandıracak, bu da son kertede insanın sınırlı ömrüne anlam ve değer katacaktır.
Bu arada, has bir romanın, kendinden çok fazlası olduğu gerçeği de, Faulkner’in “Ses ve Öfke”sinde bir kez daha açığa çıkacaktır.