‘Zaman’a Dair (‘’Ben bu dünyaya ne yapmaya geldim?’’)
Şimdilerde takvim yaprakları bir yılın daha bittiğini ve yeni bir yılın başladığını söylüyor.
Hakkı Yücel
[email protected]
Takvimlerin gösterdiği böyle zamanlarda, yani bitmekte olan bir yılla başlayacak olan yeni bir yılın kesiştiği kavşakta, genelde bitenin muhasebesi yapılırken başlayacak olana dair beklentiler ve umut dolu temenniler dile getirilir, yazılar yazılır. Buradan bakınca kestirmeden, zor bir yılın daha geride kaldığını, dünyanın her düzlemde (ekonomik-politik-ekolojik-sosyolojik) büyük sorunlar yaşadığını, geleceğe dair yine her düzlemde belirsizliğin hâkim olduğunu ve bunun da bir dehşet tablosu yarattığını (hem de çok kanlı, adeta bir ‘barbarlık çağı’) söylemek bir abartı olmaktan öte tastamam hâkim gerçeğin/gerçekliğin ta kendisi. Şunu söylemeliyim, bu yazı apaçık olan bu zalim gerçeği/gerçekliği bir kez daha dillendirmek, bu bağlamda çözümlemelerde bulunmak ve de geleceğe dair umut tacirliği yapmak niyetinde değil. Onun yerine, bitenle yeni başlayacak olanı vesile ederek, kendince,
-bir kez daha- bu namütenahi akışkan sürecin esasını teşkil eden ‘zaman’a dair, onunla, yarına da umut taşıyabilir niyetiyle, insan/birey olarak ilişkimiz üzerine konuşmak. Yaşlı bilgenin ‘’Bana ne olduğu sorulmadığı sürece zamanın ne olduğunu biliyorum; ama sorulduğunda bilmiyorum’’ sözünü, tam da bu yüzden zamanın çoklu tanımlarının olduğunu ve yine bu yüzden söylenenlerin eksik kalabileceğini de hatırlatarak.
Zamanın kendinde sonsuzluğu yanında -çünkü zaman hiç bitmez, sürekli akar-; onun çeşitli alanlarda ölçülebilir olduğu ve bunun en somut tezahürünün de her birimize ait olan yaşam sürelerinde ortaya çıktığı malum. Hesap meydandadır: Doğarız, yaşarız ve önceden kestiremeyeceğimiz bir süre -ama sınırlı olan bir süre- sonra da ölürüz. Nihayetinde sonsuz zaman içinde payımıza düşen sınırlı bir süredir. Birey olarak kendimize ait gerçeğimiz de buradadır, yanılgımız da; gücümüz de buradadır, güçsüzlüğümüz de. Gücümüz, bu süre içinde yapabildiklerimiz; güçsüzlüğümüz ise yapmak isteyip de yapamadıklarımız ve asla yapamayacaklarımızdır.
İnsan yaşamının büyük trajedisi de budur: Sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında sıkışıp kalması; gücü arttıkça güçsüzlüğünün ayırdına varmasıdır. Sıklıkla dile getirilen o bir satırlık söz kümesinin burada karşılık bulması da belki bu yüzdendir: İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalı -yaşamına anlam ve değer katmalı- ama her an ölebileceğini de hatırdan çıkarmamalıdır. Bu denklemin nasıl algılandığını/algılanacağını ve yaşandığını/yaşanacağını şüphesiz her bireyin kendi seçimi belirleyecektir. Öyle olacaktır, ancak bu durum, ‘yaşam-ölüm’ diyalektiğinin varlığını ve önemini, yani her birimize sınırlı olarak sunulan arada kalan ömür denen zamanı nasıl yaşadığımız/yaşayacağımız gerçeğini ve bunun sorgulanması gerektiğini ortadan kaldırmamaktadır. Bu varoluşsal serüvene anlamını ise zamanı nasıl kavradığımız, onu nasıl algıladığımız, onunla kurduğumuz ilişki ve anlayış biçimlerinin mahiyeti verecektir.
Ömer Naci Soykan, “Saatsiz yaşanır mı?” başlıklı yazısında (“Zaman’ın Kitabı”-YGS Yayınları), zamana dair bilinen bir ayrımı, “zamanın kavramsal yönü, zaman kavrayışının yaşamla, yaşam ve dünya görüşüyle ilgisi”nden yola çıkarak, iki tarz zaman anlayışı olduğunu söyleyerek yapar. Bunlardan bir tanesi zamanı, “doğal-döngüsel” hareket hattı üzerinden kavrayan anlayış iken; diğeri “geçmiş, şimdi, gelecek boyutlarını, ilerleyen, ama geriye dönmeyen bir çizgi üstüne oturtan çizgisel zaman” anlayışıdır. Bu iki tarz arasındaki belirgin fark ise şudur: Zamanın doğal ve döngüsel bir hareket olarak seyrinde, sürekli bir tekrar hali
-örneğin güneşin her gün yeniden doğması ve batması, bunun sürekli tekrarlanması; ya da mevsimlerin birbirini takip etmesi ve bunun tekrarlayan bir süreklilik arz etmesi, bir tekerrür hali- söz konusudur. Oysa zamanın geçmiş-şimdi-gelecek biçiminde seyreden çizgisel ilerleyişinde bir geriye dönüş ve tekrar hali yoktur, sürekli bir ilerleyiş vardır.
Zamanın bu minval üzere seyreden farklı iki tarzı olduğunun dikkate alınması ve her tarzın farklı algılanışı ve kavranışı, -bunların her birine yüklenen ve mutlaka ayrı bir yazı olması gereken felsefi, kültürel, ideolojik kapsamlar bir yana-, insan/bireyler olarak onlarla kurduğumuz ilişkinin mahiyetine doğrudan yansımakta ve bu bağlamda da farklı sonuçlar doğurmaktadır. Şöyle ki, zamanın doğal ve döngüsel yanının öne çıkarılması, yani sürekli tekrarlanan bir dinamik olarak algılanması, birey olarak hem onun akşına dâhil olmada ve hem de bu akışa müdahil olmada deyim yerindeyse ‘sorunlu/sıkıntılı’ bir durum ortaya çıkarmaktadır. Ö.N. Soykan bu durumu söz konusu yazısında anlattığı bir Bektaşî fıkrasıyla, biraz da eğlenceli bir biçimde aktarmaktadır: “Kirli gömlekle dolaşan Baba Erenler’e biri gömleğini yıkamasını söyler. Bektaşî ‘yine kirlenecek’ yanıtını verir. Öteki ‘yine yıkarsın’ der. Konuşma bu minval üzere sürer. Sonunda Erenler parlar: Be birader, ben bu dünyaya gömlek yıkamaya mı geldim.”
Erenlerin bu sözünde, nasıl olsa hep aynı şeyin tekrar ediliyor olduğu gerçeğinden/inancından hareketle, durumun değiştirilmesi adına bir şey yapılmamasının bir bakıma haklılaştırılması, “doğal ve döngüsel” zaman algısında, sanki o süre zarfında -iki döngü arasında- başka bir şey olmuyormuş gibi bir anlayışın -hiçbir şeyin değişmeyeceği anlayışının- geçerliliği ima edilmektedir ki, böylesi bir zaman kavrayışı -doğal ve döngüsel zaman kavrayışı-, “iki döngü arasını” adeta yok saymak gibi bir maluliyete yol açmakta ve bu şekilde bir ‘boşvermişlik-beyhudelik’ hissinin yerleşmesine neden olmakta/olabilmektedir. Bir başka ifadeyle, bu tarz zaman algılanışında zamanın “ebedi bir döngü olarak anlaşılması” ve hep ayni şeyin yinelenmekte olduğunu ima etmesi, sanki hiçbir şeyin ve hiçbir ilerlemenin olmadığı/olmayacağı gibi bir inancın yerleşmesine yol açmaktadır. Hal böyle olunca da “bir tarih bilincinin oluşması” engellenmekte; tarihin bir öznesi olarak insanın o tarihe -zamana- müdahil olma iradesi-gücü elinden alınmakta ve onun zaman-hayat karşısında bir atalet ve boşvermişlik-beyhudelik hissi içine sürüklenmesi sonucunu getirmekte/getirebilmekte, haliyle buradan da buna uygun yaşam biçimleri açığa çıkmakta/çıkabilmektedir.
Öte yandan zamanın “geçmiş, şimdi, gelecek boyutlarını, ilerleyen, ama geriye dönmeyen bir çizgi üzerine oturtan çizgisel” bir ilerleyiş olarak kavranması ve böyle algılanması; hem onun devingenliğini ve dinamik akışkanlığını, hem bu şekilde bir tarih bilincinin oluşmasını ve hem de bireyin bu sürece aktif bir özne olarak müdahale potansiyelini göstermesi, bunu içkin olması bakımından önemlidir. Ne var ki, burada da asla bir geriye dönme ya da tekrar etme hali olmadığı konusunda mutlak bir anlayışın yerleşmesi ihtimali veya bunun böyle olduğunun mutlak kabulü, o zamanın salt amacına uygun (teleolojik/deterministik) bir seyir izlemesi zorunluluğunu ve keza birey olarak öznenin de salt bu amacın bir parçası olarak işlev görmesi gibi bir dayatmayı içeriyor olması nedeniyle sorunludur. Şundan ki, böylesi mutlak bir anlayış, yani zamanın ve tarihin çizgisel ilerleyişi anlayışı, aslında benzer koşulların ortaya çıkması durumunda, zamanda ve tarihte meydana gelen bir olayın bir biçimde tekerrür edebileceği gerçeğini ortadan kaldırdığı kadar, yine yönü ve amacı belli olan bu sürece müdahil olan bireyin de sadece bu ölçüler içinde hareket etmesi gerekliliği (hareket ettiği) inancını pekiştirmekte, bu durum onun iradesini baskı altına alabileceği gibi, paradoksal olarak onu zamanın dışına da atabilmektedir. Bir başka deyişle böylesi bir zaman kavrayışı, ileriye doğru akan zamana devingenlik ve dinamizm kazandırırken, bu zamanın yönünün belirlenmiş ve adeta değişmez kabul edilmesi, bu hareketlilik halinin son kertede ‘hareket içinde hareketsizlik’ gibi bir durumun oluşmasına neden olabilmektedir.
İşte bu yüzdendir ki, yine Ö.N.Soykan’ın da altını çizdiği üzere, bu iki farklı zaman algısı dışında bir üçüncü zaman kavrayışı ve anlayışı hem gereklidir ve hem de mümkündür. Bu da, gerek “doğal ve döngüsel” zaman kavrayışında, iki döngü arasının yok sayılması yerine, her döngüde aslında aynı yere gelinmediğini, tam aksine görece bir ilerleme ve değişkenliğin söz konusu olduğunu kabul eden; gerekse de geçmiş-şimdi-gelecek biçiminde ilerleyen ama geri dönmeyen -tekrar etmeyen- çizgisel zaman kavrayışı yerine, bu mutlak tek hatlı çizgisel akışkanlığı, farklı ihtimaller ve de yönler içeren bir akışkanlık ve devingenlik olarak kabul eden “sarmal” zaman anlayışıdır. Ne mutlak bir tekrarı öngören döngüsellik (ve bunun sonucu oluşan boşvermişlik-beyhudelik hissi) ve ne de mutlak ve değişmez bir ilerleyişi ifade eden ‘çizgisellik’ (ve bunun sonucu oluşan mutlak tabiyet) merkezli zaman kavrayışı değil; geçmiş-şimdi-gelecek boyutlarını “sarmal” bir akışkanlık olarak algılayan ve “döngüselliği” de “çizgiselliği” de “sarmal”, yani son kertede her ikisini de içeren ve öteleyen, bir akışkanlık ve değişkenlik olarak algılayan üçüncü bir zaman kavrayışını-anlayışını dikkate almak gerekmektedir. Sonuç olarak bu tür zaman kavrayışı ve algılayışı, zamanın akışı ve değişkenliği ve bu dinamik süreç karşısında bireyin gücünü ortaya koyması bağlamında yeni bir anlam dünyası ve yaşam/mücadele perspektif(ler)i geliştirmesine imkân sağlayacaktır ki, bu da ilk adımda onun hayat karşısında boşvermişlik- beyhudelik hissinden ve o hayatın akışına mutlak tabiyeti konumundan kurtulmasına, özgür ve yaratıcı, değiştirme/dönüştürme gücünü içkin bir özne olarak zaman ve hayatla yüzleşmesine imkân tanıyacaktır.
Aşikâr olan şudur: Yaşadığımız hayata ve de varoluşumuza/oluş serüvenimize son kertede anlam verecek olan insan/birey olarak kendi iradi tutumumuz, seçimimizdir. Farklı zaman anlayışı ve algılarını dillendirirken bu bağlamda belki söylenebilecek olan son söz ise, kendi dışımızda akan zamanın (döngüsel, çizgisel ya da sarmal), yani ‘dışsal zaman’ın, kendimizde, kendi içimizde, ‘içsel zaman’da, kazanacağı anlam ve zenginliktir ki, bunun ‘dışsal zaman’a yönelik olumlu karşılığı da mutlaka olacaktır. ‘’Ben bu dünyaya ne yapmaya geldim?’’ sorusunun niteliksel karşılığını verecek olan da işte bu gerçeklik olsa gerektir. Şu söylenebilir: Bir ‘Barbarlık Çağı’ olarak tanımlanabilecek günümüz dünyasında, gelecek adına yeni umutlar devşirilip devşirilmeyeceğinde, bugünün insanının/bireyinin bu soruya vereceği yanıtın niteliği (anlam ve değer yükü) belirleyici olacaktır.
Şimdilerde takvim yaprakları bir yılın daha bittiğini ve yeni bir yılın başladığını söylüyor. Dışımızdaki zaman akıp gidiyor ve akıp gitmeye devam edecek; mesele, zamanın sahip olduğumuz en kıymetli değer olduğunu unutmadan onda bize ait olan süreye sahip çıkmak; insan/birey olarak zamanın sürükleneni değil, o zamanı, ona anlam verecek, değerine değer katacak biçimde kendimizin kılmak ve yaşamı/geleceği buradan kurmak/kurabilmektir.
Öyle, çünkü kendine ait zamanı olmayanın kendisi de varol(a)maz; kendisi varol(a)mayanın ise içinde etkin bir güç olacağı bugünü ve yarını da olmaz.