1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Zamanın azaldığını hatırlamak...
Zamanın azaldığını hatırlamak...

Zamanın azaldığını hatırlamak...

Hakkı Yücel: Hızlı değişen gündemin yoğunluğu içinde saman alevi gibi parladı ve çok çabuk unutuldu.

A+A-

 

 

Hakkı Yücel

[email protected]

 

 

Hızlı değişen gündemin yoğunluğu içinde saman alevi gibi parladı ve çok çabuk unutuldu. Kalıcılığın görünür olmakla sınırlandığı, gerçeğin görünürlükle eşdeğer kılındığı  günümüz dünyasında çok da yadırganacak bir durum değildi bu. Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile arasında geçen ilginç tartışma vesilesiyle bir an için gündeme oturan Amerikalı yazar Paul Auster, son kitabı “Kış Günlüğü”nü (Can Yayınları) hangi saiklerle yazdığını açıklarken şunları söylüyordu: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyeleri bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”

Ünlü yazar artık altmış yaşını geçmiştir, bundan sonra varacağı son noktaya kadar atılacak adımların sayısının ne kadar olacağı önceden kestirilemese de artık azalmakta olduğu kesindir. (Burada, hayatın onu yaşayan için meçhûl olan geriye kalanını “öteye atılacak adımların sayısı” olarak ifade ederken ilham kaynağımın Maurice Blanchot olduğunu itiraf etmek boynumun borcudur. Üstadın, özgün bir felsefe metni olarak nitelendirilebilecek, o insanın okurken zorlandığı, ancak zorlandıkça içinde daha çok okuma arzusu uyandıran ve nasıl oluyor bu diye düşünürken de kendini o satırların ayrılmaz bir parçası ve hatta yazarın “suç ortağı” olarak bulduğu müthiş eserinin kendisi kadar çarpıcı olan başlığı, “Öteye Adım Yok Ötesi” -Ayrıntı Yayınları- idi ve ağırlıklı olarak ölüm, yokluk ve onun hiçbir zaman vazgeçemediği konusu yazı üzerine notları içeriyordu). Evet, artık ömrün geriye kalan süresi azalmıştır Auster için ve öylesine kırılgan bir zaman dilimidir ki bu, bundan sonra yaşanacak olan her gün her dönemdekinden çok daha değerli olan “hayatın geri kalan bölümünün ilk günüdür -son günü de olabilir. HY-”. Bu yüzden midir, bir hesaplaşma/yüzleşme dürtüsü  uyandırır bu gerçekle karşı karşıya kalmak insanın içinde. Nitekim Auster de böylesi bir ruh hâlini yaşamaktadır, o yüzden karar verir ve sonunda ortaya su gibi akıp giden ve bir solukta okunan adı geçen kitap çıkar. Bir yaşam öyküsünden çok daha fazlası olan “Kış Günlüğü”nün son satırları ise göz ardı edilemeyen bir hüznü içerir: “Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altmış dört yaşındasın. Dışarda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun: Daha kaç sabah kaldı? Bir kapı kapandı. Bir başka kapı açıldı. Hayatının kışına girdin.”

“Hayatının kışına” girdiğini söylerken Auster o kaçınılmaz sona, “ölüm”e göndermede mi bulunmaktadır? Evet, öyle yapmaktadır. Benzer bir durum, 19 Şubat 2012 tarihli Zaman Gazetesi’nde yer alan “Kar Düşünceleri” başlıklı yazısında Hilmi Yavuz’da da gözlenir. Yavuz, kışın alamet-i farikası olan “kar”dan hareketle, “Yalnızlığı ölümle buluşturur kar. Kar ölümdür” diye yazar. Öyleyse devam edelim. Peki ya Baudrillard, “hayatının geri kalan bölümünün ilk günü” diyerek Ekim 1980’den (kışın ayak seslerinin duyulmaya başladığı Sonbahar mevsiminden) yola çıkarak kaleme aldığı “Siyah ‘An’lar” (Ayrıntı Yayınları) başlıklı, insanın suratına bir tokat gibi çarpan çalışmasına, daha ilk adımda, neden “Ölüm de kendi yokluğuyla parıldıyor” notunu düşmektedir? Uzun lafın kısası, çabuk tükenen günlerin mevsimidir kış; gridir çoğu zaman gökyüzü ve handiyse aydınlığın ayırdına varmaya fırsat bırakmadan karanlığa terk eder yerini. O kadar ki “bugün sanki yaşamadım” der çoğu zaman insan. İç mekânlara mahkûmdur genelde hayat, zorunlu bir yalnızlık -ya da tenhalık- hüküm sürmektedir etrafta ve bu yüzden kendi kendiyle başbaşa kalmakta, kendi içinin sesini dinlemektedir. Ve hele Auster gibi altmışını da geçmişse, “acaba daha kaç sabah kaldı” geriye diye sormaktan da alamamaktadır kendini.

Büyük gerçektir: Sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında sıkışıp kalmıştır insanoğlu ve göz açıp kapayıncaya kadar da arkasında çoğalarak biriken bir geçmiş ve önünde giderek azalan bir geleceğin ortasında çırpınıp dururken bulmaktadır kendini. Öyle bir yerdir ki burası, bellek çözülür ve bir hesaplaşma/yüzleşme yaşanır. Bir bir düşmeye başlar önüne insanın, neler yaptığı ve neler yapamadığı hayatta. (Tam da burada Edip Cansever’in “Masa da Masaymış” şiiri hatırlanmaz mı: “... Adam masaya/aklında olup bitenleri koydu/ne yapmak istiyordu hayatta/işte onu koydu/kimi seviyordu kimi sevmiyordu...). Ne var ki zalim bir hesaplaşmadır bu, çünkü kendini aldatamayacak kadar yalnızdır hesaplaşırken/yüzleşirken kendiyle insan zamanın aynasına bakarken. Orada artık hiçbir şeyin gizlenemeyeceği, her şeyin açığa çıkacağı, dupduru çıplaklığıyla görmektedir kendini. Öyledir, çünkü ölümün (ölüm gerçeğinin ya da) kendisinden kaçılamayacağı “aşırı durum” hâlidir bu; kaçamamak bir yana bu mutlak gerçek karşısında seçici de davranamaz bellek -yine de ihtiyatlı davranalım ve ‘davranmaması gerekir’ diyelim biz- hayatta hep yaptığı gibi. Öyle ya, niye aldatsın ki insan gider ayak kendini?! İyi de neler görüyordur acaba geçmişini gizleyen ve şimdi ona her şeyi sunmaya hazır olan zamanın aynasına bakarken kendine dair, yirmibirinci yüzyıla kalmayı başaran “son” insanoğlu?

Kim, ne kadar itiraz eder bilmiyorum ama, şu an yürürlükteki hâliyle öyle bir dünyadır ki içinde yaşadığımız yirmibirinci yüzyılın dünyası, orada artık her şey kimilerince allanıp pullanan (neo)liberalizmin piyasa mantığı üzerinden değer(sizlik) ve anlam(sızlık) kazanmaktadır. Daha açık bir ifadeyle burada “değer”in karşılığı, hangi mertebede olursa olsun, niteliği değildir, sadece parayla ölçülen niceliğidir. Paranın miktarı ölçüyordur artık değeri, yani artık “para tüm nitelikleri niceliğe indirgemiştir.” Ne olmuştur böyle olunca peki? Hayatın anlamı değişmiştir, ilkeler göz ardı edilmiştir, yüce idealler es geçilmiştir, ütopyalar tükenmiştir, güç parada yoğunlaşmıştır ve artık insanın da büyük hedefi bu gücü daha çok elde etmek olmuştur. Böyle olunca da, bu büyük hedefe ulaşmak için her yol mübah sayılmıştır; salt faydacı bir mantıkla hareket edilir hâle gelinmiştir. Daha çok sahip olmaya ve daha çok tüketmeye ayarlıdır bugünün insanı ve büyük oranda kendini buna kaptıran bugünün ‘son insanı’nı mutlu kılan da budur. Bundan haz almaktadır, arzuları ilgi duyduğu her şeyi bir haz nesnesine dönüştürmüştür ve o hazzı karşıladığı, onu tüketebildiği sürece anlam(sızlık) kazanmıştır hayatı.

Paul Auster’in “Kış Günlüğü” kitabından yola çıkarak başladık bu yazıya, yazarın ve buna ilave benzer başka örneklerin verdiği ilhamdan hareketle kış mevsimini bir metafor olarak “ölüm”le ilişkilendirdik, buradan devamla sınırlı hayatlara mahkûm ölümlüler olduğumuzu  hatırlayarak, birey-insan olarak kendimizle yüzleşmenin kaçınılmazlığından ve bunun acımasızlığından dem vurduk. İyi de zamanını şaşıran bir yazı olmadı mı bu? Öyle ya, kış mevsimi artık geride kaldı, günler uzadı, canlılığı ve umudu çağrıştıran bahar mevsimi geldi de geçiyor bile; yaz kapının ardında. Öyledir öyle olmasına da, toplum olarak son dönemlerde içinden geçtiğimiz gerilimli sürecin ortaya çıkardığı “varoluş krizi” ve bunun sonucu yaygın bir toplumsal algıya dönüşen “yok olma” endişesi, doğanın sunduğu yaşam müjdesiyle yaşadığımız hayatın hakikati arasında derin bir çelişki olduğunu gizlemeye yetmiyor. “Yok olma” endişesi bir sonu ima ediyor ve bu da ister istemez “tükenme”yi, bir başka ifadeyle “ölüm”ü çağrıştırıyor. Nitekim siyasal-toplumsal muhalefetin hareket hattını büyük oranda bu “yok olma” endişesi belirliyor, gücünü buradan alıyor. Toplumsal varoluşuna yönelik tehditleri aşmak, kendi kaderini belirleyen bir özne olmak mücadelesini buradan hareketle sürdürüyor. Siyasal-toplumsal varoluş mücadelesinin gerekliliği ve bu bağlamda izlenecek yol ve yöntemlerin neler olması gerektiği tartışmaları ve önermeleri bir yana, varoluş sorununun bir de birey-insan ölçeğinde yerine getirilmesi gereken sorumluluklar vardır ve “zamanın azaldığını hatırlamak” derken ima edilen de budur. Nedir peki bu?

İnsan ölümlüdür, ölüm karşısında yeniktir, ne yaparsa yapsın ona galip gelmesi mümkün değildir, sonuçta yok olacaktır. Öyle olmasına öyledir de, buna rağmen ölümsüzlüğü aramaktadır insanoğlu. Ne var ki bir teselli bulacaksa ölümsüzlük arayışına, o teselli de ancak yaşarken yaptıkları ve arkasında bırakacakları olacaktır. Eğer böyleyse, insanın ölümsüzlüğe ulaşması -ölürken ölümsüzlüğe ulaşması- yaşadığı hayatın mahiyetiyle ilgilidir. Neler yapmıştır, neler yapamamıştır, nasıl bir anlam vermiştir, hangi değerlere özen göstermiştir, nasıl geçirmiştir o sınırlı süreyi? İşte buradan geriye kalacak olanlardır onu ölürken ait olduğu toplumun ve giderek insanlığın sürekliliğinde ölümsüz kılacak olan.

Bu yüzdendir ki toplum olarak “varoluş sorunu” yaşadığımız içinde bulunduğumuz süreçte, sadece toplumsal ölçekte değil, tek tek bireyler olarak da kendimizle yüzleşmenin ayrı bir önemi vardır. Burada kendimizi zaaflarımızdan ve olumsuzluklarımızdan arındırarak, bir bakıma kendimizi yeniden keşfederek yaşayacağımız olumlu ve anlamlı değişim, toplumsal varoluşumuzun sürekliliği ve kalıcılığını pekiştireceği gibi kendi ölümsüzlüğümüzün de gerçekleşmesi demek olacaktır.

Her geçen gün, birey olarak insanın zamanını azaltmaktadır. Ancak öyle olsa da, hayatın geri kalan bölümü aynı zamanda hayatın ilk günüdür ve hâlâ yapılacak çok şey vardır. Cioran yazıyordu: “Baldıran hazırlanırken, Sokrates flütle yeni bir ezgi öğreniyormuş. ‘Ne işine yarayacak?’ diye sormuşlar. ‘Ölmeden önce bu ezgiyi öğrenmeye’ demiş.”

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1840 defa okunmuştur