Zihinsel Kölelik
Çoğu kez bir ülkeyi yüceltip övdüğümüzde teknolojik gelişimine, okullarına, sağlam altyapısına odaklanırız, fakat o ülkenin aslında başka milletlerin zararı pahasına geliştiğini, karanlık tarihini, dış politikasını dikkate almayız.
Reşide Gökçebağ
[email protected]
Gana’nın kıyılarında Portekizlilerin kıtaya ilk adım attıkları dönemden kalmış etkileyici bir kale durur. 1482 yılında yaklaşık 600 işçi tarafından inşa edilmiş Elmina Kalesi muhteşem bir manzaraya sahip olsa da, bu ve buna benzer Avrupa eseri daha bir çok kalenin tarihçeleri karanlık ve acı verici bir döneme tanıklık etmiştir, bu kalelerin çoğu köle zindanları olarak kullanılmıştır. Aynı anda sadece Gana’nın Atlantik kıyısında 80 kadar ticaret limanı işletilmiştir ve ticareti yapılanlar arasında en çarpıcı olanı insanlar olmuştur. Afrika’nın batı kıyısında Senegal’dan Angola’ya kadar ilk olarak 1510 yılında Portekizliler tarafından başlatılan Transatlantik köle ticaretine maruz kalmayan ülke kalmamıştır. Batı kıyısına dayanmayan Mali’den bile köle temin edilmiştir.
Kölelik insanlık tarihinin antik dönemlerine kadar uzanır. Ronald C. Jennings’in (1987) Black Slaves and Free Blacks in Ottoman Cyprus, 1590-1640 (Journal of the Economic and Social History of the Orient, 30(3), s. 286–302) başlıklı makalesinde özellikle 16. ve 17. yüzyılların arasında Sahra’nın güneyinden kölelerin Osmanlı İmparatorluğu tarafından talep edildiğini, bu kölelerin ilk kez 1590’lı yıllarda Lefkoşa sicillerinde bahsinin geçtiğini, ve bunların bir kısmının Etnografya Müzesi ve bir diğer kısmının Evkaf Dairesi’nde bulunduğunu kaydetmiştir. Kıbrıs’a getirilen kölelerin en muhtemel kökenlerinin Sudan ile Habeşistan olduğunu, 1590 senesinden 1640’a kadar Kıbrıs’taki kölelerin çoğunluğu siyahi olsa da yanı sıra Rus ve Macar kökenli köleler de kaydedildiğini yazmıştır. Jennings, Ada’ya köle olarak getirilen ve sıklıkla azat edilen siyahiler ile yerli müslüman Kıbrıslılar’ın arasında evliliklerin de gerçekleştiğini kaydetmiştir.
Transatlantik köle ticaretini o zamana kadar gerçekleşen kölelikten ayrı kılan çeşitli nedenler vardır. Portekizliler için bir nevi ekonomik bir girişim olan transatlantik köle ticaretine daha sonra İspanyol, Fransız, Hollandalı, İngiliz, Danimarkalı ve İsveçli güçler de küresel bir bağ kurarak eşlik etmiştir. Ayrıca Almanya’nın da dolaylı olarak köle ticaretinden faydalandığı bir gerçektir. Amerika, Brezilya ve Karayipler’e çoğunlukla şeker kamışı ve pamuk ekimlerinde işletilmek üzere gönderilecek gemilere yığınlarla bindirilmeden önce kıyılardaki zindanlarda mahkum olarak tutulan kölelerin hüzünlü yakarışlarının yankıları bu zindanları ziyaret edenler tarafından hala hissedilmektedir.
Yaklaşık on iki milyon insanın transatlantik köle ticaretine maruz kaldığı, gönderildikleri kıyılara varamadan bunlardan iki milyon kadarının hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Transatlantik köle ticareti, insancıl haykırışların artmasından kaynaklı bir başarı olarak değil, daha çok ekonomik sebeplerden dolayı resmi olarak 1878 yılında sona ermiştir, çünkü bu değişim ticari kapitalizmden endüstriyel kapitalizme geçilen döneme denk gelmiştir. Bu dönemin gerektirdiği kauçuk ve palmiye yağı gibi hammaddelerin çoğunluğunun Afrika kıtasında hazır bulunmasıyla bu hammaddeleri temin etmek için çalıştırılacak kölelere artık Afrika’da ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Ancak transatlantik köle ticaretinin resmi olarak sona ermesiyle kölelik, Afrika halkalarının ve hammaddelerinin sömürülmesi sona ermedi, bilakis kıyısal bölgeleri geçerek Afrika’nın daha da derinlerine nüfuz edildi, Etiyopya ve Liberya haricinde her ülke bir koloni olarak ele geçirildi. Belçika Krallığı 1885 yılında kauçuk yönünden çok zengin olan, günümüzde Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin bulunduğu kara kütlesine el koyarak, belki de Afrika’nın tarihindeki en zalim dönemi yaşattı, on milyon insanı katletti.
Tabiri caizse, günümüzde bu kölelik sadece şekil değiştirmiştir ve hala daha devam etmektedir. Henüz elimizdeki çalışırken alma gereksinimi duyduğumuz en son model akıllı telefonlarımızdan ‘’yeşil enerji’’ adına popülerlik kazanan elektrikli araçlar ve rüzgar türbinleri için gerekli kobalt metali talebinin yüzde 70’ini karşılayan Kongo Demokratik Cumhuriyeti’dir, kobalt madenlerinde tehlikeli çalışma koşullarına ilaveten çocukların da çalıştırılması büyük kaygı sebebidir. Çikolata üretimi için esas olan kakao meyvesinin önde gelen üreticileri olan Fildişi Sahili ve Gana 130 milyar dolarlık çikolata endüstrisinde en az kazanç sahibi olanlar arasındadır, kakao tarlaları hiç çikolata tatmamış çocukların çaresizce çalıştırıldığı ortamlardır. Yine Madagaskar otomobil, uçak, tren gibi taşıma araçlarının üretimini üstlenen milyarlarca dolarlık endüstrilerin ithalat ettiği yalıtkan bir madde olan mikanın en büyük kaynakları arasında bulunmaktadır. Mika mayınlarında çalışma şartları oldukça yıpratıcıdır. Ve bu sıkıntının ana sebebi ithalatçı firmaların asıl çalışanlara adil maaş ödememesi, aksine son üründen elde edilen kâr marjı çok yüksek olduğu halde, hammaddeleri olabildiğince ucuza almak istemeleridir. Neticede zarar gören çaresizce çalışan insanlar ve çevreleridir.
16. yüzyıldan 19.’uncu yüzyıla kadar süren köle ticaretinin hedef aldığı en dinç ve genç milyonlarca Afrikalının yurtlarından uzaklaştırılması, kıtanın gelişim açısından dünyanın geri kalanına yetişmesine ciddi anlamda engel olmuştur. Gana Üniversitesi Emeritus profesörü Akosua Adoma Perbi’nin deyişiyle: ‘’Öğrencilerime her zaman söylerim, yıkmak çok kolaydır ama kurmak güçtür. Ağaçları kesebilirsin ama ağacı olduğu gibi tekrar yerine koyamazsın.’’
Konunun uzmanı olmasam da bu konuda yazmaya cüret etmekteki amacım asla Afrika tarihini kısaca kölelik ve emperyalizmle imtihanına sıkıştırmak değildir, sadece farkındalık yaratmak, yaşanmış ve yaşatılmış olanları hatırlamak ve kabullenmek gerektiğini vurgulamaktır ve doğrudan veya dolaylı olarak, bu tarihin bizimle ne şekilde bağlantılı olduğunu göstermektir. Dünyanın ikinci en büyük kıtası olan Afrika’nın birbirinden farklı yüzlerce halkı, dili, zengin kültürü, mirası, çeşitli coğrafyası vardır. Bu sebeple Afrika ve insanları, sadece köle ticareti ve sömürgecilik evresiyle tanımlanamaz, ki zaten bu evrelerde asla bıkmadan başkaldırmışlardır.
Yine İngiliz İmparatorluğu tarafından benzer bir darbeye maruz kalan, günümüzün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’ı kapsayan bölgeleri, Dünya’nın en zengin, en aydın toplu güçlerinden iken sömürge sonucu kinle bölünmüş, okuma yazma bilmeyen, nüfusunun büyük bir kısmı sefalete düşmüş olan bir bölge haline gelmiştir.
Çoğu kez bir ülkeyi yüceltip övdüğümüzde teknolojik gelişimine, okullarına, sağlam altyapısına odaklanırız, fakat o ülkenin aslında başka milletlerin zararı pahasına geliştiğini, karanlık tarihini, dış politikasını dikkate almayız. Bazen de başka bir ülkenin insanlarını küçümsediğimiz zaman verdikleri ve hala veriyor oldukları mücadelelerin farkında olmayız. Daha da kötüsü, her gün kullandığımız ürünlerin bu eziyetlerle mümkün olduğunu bilmeyiz.
İnsan yalnız olmadığı halde yalnızlık hissettiği gibi, bedenen esir tutulmadığı halde aklen esarete maruz kalabilir, zindan gibi daracık bir bakış açısına sıkışıp kalabilir. Irk, millet, sosyoekonomik farklılıklar gibi yüzeysel sebeplerden üstünlük hissi barındırmak da bu zindana mahkum olmanın alametlerindendir.
İnsan bilmediğine düşmandır der bir Arap atasözü. Tarih okudukça ayrılıkların, düşmanlıkların ve milliyetçiliğin daha da belirginleştiğini ortaya sürenler var. Bana göre öğrendikçe benzerlikler daha çok ortaya çıkıyor, daha çok düşüncelilik, empati kazanabiliyoruz. Dahası daha çok sevebiliyoruz. Yeni bir yıla girerken ne kadar farklı olduğumuzu sanıyor olsak da, insanlık adına birbirimizi daha çok sevebilmemizi diliyorum.
Görsel: Queen Nzinga 1583 - 1663