Zor sorular
Hakkı Yücel dünyalar iyisi bir insan olduğu kadar da çok derin bir intellektüel. Felsefe ve siyaset alanındaki donanımının yanında edebiyat bilgisi de deniz derya. Bu kadar çok kombinasyonun bir insanda toplanması hiç de kolay eşine rastlanabilecek bir şey değil. Hakkı abinin ruhu dünyaya insani ve estetik duyarlılıklar yaratmak amacıyla gelmiş adeta.
Entelektüel kesimin ideolojik doğru olarak bildikleri ile bunları gündelik hayattaki davranışlarına yansıtıp içselleştirmeleri bir birinden çok ayrı iki farklı meziyet. Ben en azından Hakkı abimiz gibi söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık olan ve farklılıklara kalbini açma noktasında derviş deruniliğine erişen bir entelektüel ile sohbet etmenin her zaman için nadir bulunan bir ayrıcalık olduğunun farkındayım.
Hakkı abi ile arada sırada farklı fikirlerde olduğumuz sohbeleri de yapabiliyoruz. Aramızdaki insani saygı ve sevgi boyutu hiç eksilmeden tartışabildiğim ender insanlardan biridir. Belli bir konuda hemfikir olmasak bile olaylara farklı perspektiflerden bakarak birbirimizi işitebilmek ve de farklı perspektifler arasında fikir alış verişinde bulunmak bizim kültürümüzde (sadece sağcılar değil solcular arasında da) pek sık rastlanan bir özellik değil.
Hakkı abi Birinci Dünya Savaşı’nda, bir Fransız askerinin 1916’da karısına yazdığı mektuptan alıntı yapıyor. Fransız askeri haykırarak sorguluyor: “Bizden bu tükenmiş kanı boşaltılmış, hiçbir şey düşünemez olmuş, insanüstü bir yorgunluk altında ezilmiş yaratıklardan ne tür bir ulus yaratacaklar?”
Bu verdiği örnek karşısında ben kendi düşüncelerime dalıyorum. Birinci Dünya Savaşı’nda baş gösteren ve senelerce aynı dar alanda süren siper savaşı (trench warfare) gerçekten de insan psikolojisine en berbat zararları veren bir savaş biçimi. İngiltere’den Avrupa’ya gidip savaşan askerlerin geri döndüklerinde psikologlarda ve psikiyatrlarda geçirdikleri seanslar ve o seanslarda dile getirdikleri şikayetler oldukça tüyler ürpertici. Birinci Dünya Savaşı, fiziksel olarak sağlam kalsalar da geriye milyonlarca ruhu paramparça olmuş insan bırakmıştır.
Dönemin Büyük Britanya Hükümeti, psikiyatırlara giden on binlerce erkeğin cephede yaptıkları askerlikten dolayı nasıl günlerce haftalarca uyku uyuyamadıklarını kamuoyundan gizleme kararı alır ve sansür uygular. Ne de olsa savaş halen sürüyor ve vatan için savaşacak olan erkeklerin savaşma şevki ve inancı kırılmamalıdır! Aslında popüler bilgiler arasında genellikle Vietnam Savaşı sonrası olarak bilinse de, on binlerce Travma Sonrası Stress Bozukluğu vakaları o zamanlarda da saptanır.
Göreceğiniz gibi Büyük Britanya hükümeti kendi vatandaşlarının hayatını ve sağlığını pek de umursamıyor. Kendi vatandaşlarına ‘insan’ olarak değil de muharabe alanında savaşacak ‘rakamlar’ olarak bakıyor.
Birinci Dünya Savaşı veya Vietnam Savaşı gibi savaşlar daha çok kolonileri olan büyük emperyal güçlerin kendi prestijini ve global çıkarlarını korumak veya artırmak için ortaya çıkmış savaşlardır. Bu tür savaşlara karşı çıkmak, bu savaşların saçmalığını ortaya koymak göreceli olarak daha kolay.
Benim aklım hemen yakın geçmişte yapılan Kıbrıs’taki silahlı çatışmalara ve savaşlara gidiyor. TMT’nin silahlı direnişini ve 1974’ü nasıl değerlendireceğiz?
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı ve bizim TMT direnişi gibi direniş savaşları ise daha çok ulusal var olma veya yok olma üzerine kurgulanmış savaşlardır. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndaki soru “Sevr mi kabul edilecek yoksa Lozan mı yapılacak” sorusudur. Sevr nere, Lozan nere? TMT direnişi ise “adada Kıbrıslı Türkler eşit statüde var mı olacaklar yoksa azınlık olup zamanla yok mu olacaklar” sorusudur.Yirmili yaşlarda pek de üzerinde uzun süre durmayıp hızlıca geçtiğim sorular bunlar.
Ve oldukça da zor sorular! Bahsetiğimiz tarihsel kesitlerde bu sorulan soruların ortası da yok! Zira uzlaşı imkanı da yok! O yüzden savaş geriye kalan tek seçenek olarak kalıyor.
EOKA’ya karşı TMT’nin silahli mücadelesi yerine alternatif olarak Gandhi modeli veya Martin Luther King’in sivil itiaatsizlik örgütlenmesi önerebiliriz belki. Ama sanırım ENOSIS için EOKA gibi her yerde çok iyi örgütlenip bombalar patlatabilen, gerektiğinde de etkili bir gerilla savaşı yürütmüş silahlı yer altı örgütü karşısında şiddetsiz Gandhi modeli etkili olurmuydu bilemem. Keşke Makorios’un ve onun ruhban sınıfının Hristiyanlık anlayışı Martin Luther King’in Hristiyanlık anlayışının onda biri kadar olsaydı.
Örneğin, ben o dönem yaşamış olsaydım ne yapardım acaba? Etik olarak neyi yapmak daha doğru olurdu? Kendi toplumunu EOKA’ya karşı korumak mı en doğrusu? Yoksa hiçbir şeye karışmamak mı? Yoksa direkt ülkeden kaçmak mı en doğrusu?
Örneğin Akıncı 1974 yılında birçok sol kökenli siyasinin yaptığı gibi savaşa katıldı. Ardından siyasi kariyeri boyunca (özellikle BDH) çözüm ve barış için çabaladı. Kendi toplumunun ve milletinin varlığı için savaşmak hangi koşullarda caiz ve doğrudur? Bu sorular zor olsa da, bu sorularla yatıp kalkmalı insan. Soruları kendi içinde geçiştirmeye çalışmaMAlı.
Ben TMT’yi yüceltip bir iktidar propagandasına dönüştürelim demiyorum elbette. Ne de olsa, onu da yapmak isteyenler oldu. TMT tamamen iyidir veya tamamen kötüdür de demiyorum. Ancak tarihe bakarak şunu net olarak söyleyebiliriz k; TMT gibi bir silahlı direniş örgütü olmasaydı, Türkiye adaya gelene kadar Kıbrıslı Türklerin bu topraklara tutunabilmesi çok daha fazla zor olurdu.
Girit’teki Türkler yaşadıkları topraklardan şiddet yoluyla kovulup göçe zorlandılar. Girit’te yaşayan Türklerin sayısı tarihsel akışa göre şöyle: 1872 yılı itibariyle 210 bin genel nüfustan 90,000’i Türk Müslüman. 1894 yılında ise 250 binlik genel nüfustan 74,000 Türk kalıyor. 1900 yılında 302 bin genel nüfustan sadece 33,496 Türk Girit’te kalıyor. Otuz sene zarfında (1872-1900) 90 binlik Türk nüfüs 33,496’ya kadar düşüyor. Yaklaşık 60 bin Türk yapılan şiddet saldırılarından dolayı adalarını terk etmek zorunda kalıyorlar. 1911 yılında ise geriye kala kala 28,852 Türk kalıyor.
1923 yılında Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus mübadelesinde, Girit zorunlu göç öngörülen bir bölge olmaMAsına rağmen, Girit artık tamamen Yunanistan’a bağlandığı için geriye kalan Türkler de Girit’ten göçüp Türkiye’nin başta İzmir olmak üzere Anadolu’nun birçok farklı bölgesine dağılıyorlar. Bir zamanlar vatanları olan Girit’i geride bırakıyorlar ancak Girit ile ilgili acı ve melankoli dolu hatıraları ölene kadar onlara eşlik ediyor.
Makarios’da özellikle kısa vadede ENOSIS yapamayacağını anlayınca, hedefini uzun vadeye yayarak Kıbrıslı Türkleri Kıbrıs’tan göç ettirmeye çalışmıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıslı Türklere uzun taksitlerle bağlanmış uçak biletleri vermesi ve Avustralya’ya veya Büyük Britanya’ya göç etmelelerinin sağlanması, tam da bu uzun soluklu ENOSIS mücadelesinin bir parçasıydı.
Eğer Kıbrıslı Türklerinin sonu Girit Türklerinden farklı.olduysa, bunda bir nebze de olsa TMT’nin de bir rol oynadığını teslim etmek gerekir. Herkes gibi benim de kendi hayat yolculuğum kendine özgüdür. Yirmili yaşlarda daha çok sol çevrelerle sosyalleştiğim için TMT’nin sivil gazetecileri nasıl öldürdüğünü, kargaşa yaratmak için bombalar patlatıp ardından da Rum tarafının üzerine suçu attığını veya kendi halkından çıkan en ufak muhalefeti bile nasıl zorbalık yaparak susturduğunu ve insanları tedirgin edip sindirdiğini dinlemiştim.
Açık açık yazmak gerekir ki; bu işlenilen suçların ve cinayetlerin hiçbiri kabul edilemez veya mazur görülemez. Genç yaşlarda o anlatılan ağır hikayelerin her biri, kalbimin belli bölümlerini tıkaç gibi kapatan travmalara yol açmıştı. Kıbrıs’ta Sol çevreler bu travmatik olaylardan dolayı TMT’nin herhangi bir pozitif yanını dile getirmezler. Travma çalışmalarım süresince, kendi travma çözülümlerimi belli bir nebzeye kadar yaşamam, bana TMT’nin olumsuz yanlarının yanında olumlu yanlarına da bakıp GÖREBİLMEMİ sağladı.
O zamanlar yine taraflı ve seçici travma aktarımlarından mütevellit, Denktaş’ın “Kıbrıs İkinci bir Girit Olmayacak” söyleminin de oldukça abartılı olduğunu düşünüyor ve pek de dikkate değer bulmuyordum. Neyse ki, 40 yaşına varınca madalyonun sadece bir yüzünü değil, iki yüzünü de görmeye başlamış oldum.
Ne de olsa her iyileşme ve travma çözülümü süreçleri insan ruhunun yeniden dengeye getiren en değerli anlardan biridir. Bir insanın ne denli katı ve esnemeyen düşünceleri ve inanç sistemleri varsa, o insan o denli travmatize olmuş demektir.
Yani etrafta “en sağlam sağcı benim” veya “en sağlam solcu benim” diyerek dolaşan insanlar aslında en çok travmatize olmuş insanlar arasındadırlar.
Aşırılık gösteren hiçbir kişiyi veya siyasi düşünceyi (ister sağ olsun ister sol) kendinize rol model veya örnek olarak almayınız. Sonu daha çok travma ve hüsran ile biter. Uzun lafın kısası, sol TMT’yi gerektiğinden fazla kötüleyip yererken, sağ da gerektiğinden fazla yüceltip över.
TMT meselesininden daha önemlisi, Kıbrıslı Türklerin adaya tutunmalarını sağlayan Türkiye’nin 1974 yılında adaya yaptığı askeri müdahaledir. Bu müdahle olmasa TMT’nin de Kıbrıslı Türklerin de daha fazla dayancak güçleri kalmayacaktı. Kıbrıslı Türkler aynen Girit’li Türkler gibi Anadolu’ya veya Büyük Britanya’ya göç etmek zorunda kalmadılarsa buradaki esas oyunu değiştiren şey (game changer) 1974 yılında gerçekleşen Mutlu Barış Harekatıdır.
Aklıma yine o zor sorular geliyor. Ben o dönem yaşamış olsaydım ne yapardım acaba? Etik olarak neyi yapmak daha doğru olurdu? Kendi toplumunu EOKA’ya karşı korumak mı en doğrusu? Yoksa hiçbir şeye karışmamak mı? Yoksa direkt ülkeden kaçmak mı en doğrusu? Bu zor sorulara cevap ararken tüm bu yukarıda yazdıklarım aklımdan geçiyor.
Yazıda olaylara hep Kıbrıslı Türklerin açısından baktık. Kurtuluş Savaşı’nı kaybeden taraf Yunanistan olunca, milyonlarca Yunanlının nasıl İzmir’den zorunlu bir biçimde göç ettirildiğini de biliyoruz. “Bu savaşlarda sadece Türkler zarar gördü” noktasında değiliz elbet.
Esas konumuz ulus-devlet dünyasının ne kadar merhametsiz ve altta kalanın canı çıksıncı bir dünya olduğu! Bu coğrafya, iki ulusun (Türk ve Yunan) karşılıklı rus ruleti oynayıp birlikte bilek güreşi yaptıkları bir coğrafya!
Ya var olabilmek ya da birbirlerine üstünlük sağlayabilmek için savaşı göze alabildikleri bir coğrafya!
Özellikle savaşların çok eskilerde kaldığını ve barışa doğru yelken açtığımızı zanneden yeni kuşaklar için bu gerçeklerle yüzleşmek pek kolay değil!
Son 10 yıldır bu dünyanın üzerine bir de Akdeniz’deki gaz ve hidrokarbon yataklarına sahip olma yarışı (soğuk savaşı) da eklendi.
Adanın kuzeyinde son 30 yıldır popüler hale gelen “Kıbrıslı milliyetçiliği” bu zor sorulara kendi bakış açısından cevaplar veriyordur elbette.
Ancak, ulus-devletleri eleştirince veya kendi iç dünyamızda Türk ve Yunan milliyetçiliklerini yok sayınca, bazı gerçekler ortadan kalkmıyor.
Kıbrıs Sorunu’nda halen aynı noktalarda takılı kalıyor olmamızın sebebi de bu zaten.
Cevap bekleyen zor sorular halen orada duruyor!