Zor Zamanlarda ‘Žižek Okumak’..
“Bugün ihtiyacımız olan, utangaç biçimde özünü birkaç kültürel incir yaprağıyla örten bir Sol değil, adını söylemeye cesaret eden bir Sol’dur. Ve bu ad komünizmdir.”
Slavoj Žižek
Geçmişiyle, içinde yaşadığımız bugünü ve gelecek olarak tahayyül ettiğimiz haliyle dünyayı, muhatabı ya da tanık olduğumuz olay ve olguları anlamak ve anlamlandırmada ve de ömür olarak payımıza düşen zaman kadarıyla bu sürecin etkin (veya pasif) unsuru olabilme çabasında (modern) akıl temel mihmandar ola gelmiştir.
Çözümleyici itkileri güçlü ‘ne-neden-nasıl’ sorularına yanıt aramak biçiminde seyreden bu serüvende onun ürettiği kavramlar (genişleterek ifade edecek olursak bilim, özellikle sosyal bilim ve de felsefe) vazgeçilmez dayanaklardır. Ancak şu da var ki, kavramlar gerek tarihsel olayları-olguları anlamamızda/anlamlandırmamızda ve bu olay-olgulara dair gerçekleri keşfetmemizde ve de gerekse hayatla kurduğumuz ilişkilerde işimizi kolaylaştırdıkları kadar zorlaştırıyorlar. Nasıl mı? Kolaylaştırıyorlar, çünkü konu edindikleri nesneleri bütünlük/tamlık içinde açıklama gücüne sahipler; zorlaştırıyorlar, çünkü zamanın akışkan ve değişken dinamiği karşısında aşınabiliyorlar/eskiyebiliyorlar ve de yetersiz kalabiliyorlar. Böyle olduğu içindir ki aklın (zihnin, bilincin, idrak kapasitesinin) kendini, zamanın ruhuna uygun olarak, sürekli dinamik, yaratıcı ve de üretken kılmak gibi bir sorumluluğu/zorunluluğu olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Bir başka ifadeyle temel dayanaklarımız olan kavramların ezel/ebed geçerli ol(a)madıkları, haliyle zaman içinde ya revizyona uğramaları ya da yenileriyle ikame edilmeleri kaçınılmaz bir durum arz etmektedir. (Tarih üzerinden bu konuyu irdeleyen Tarihçi/sosyolog Reinhart Kosseleck, geniş kapsamlı çalışması “Kavramlar Tarihi-Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar-İletişim Yayınları” kitabında, kavramların zaman içinde geçirdiği dönüşüm/değişim serencamını ortaya koyar.)
Bu dinamik macerada ayrıca dikkat çekilmesi gereken bir husus daha var ki, o da, tarihsel olay ve olguları anlama ve anlamlandırma çabalarımızda -aklımıza ilave- ‘ideoloji’ler(miz)in tuttukları yer ve onların işlevsellikleridir. İdeolojiler(miz) bu süreci anlama ve anlamlandırmada, kavramları da kuşatan, bir başka, vazgeçilmez dayanak noktalarımız. Şu önemli farkla ki, onlar, hem talep ve beklentilerimizin kapsamını -o tarihsel olay ve olguya yönelik beklentilerimizin kapsamını-, hem de oradan kendimizce çıkaracağımız sonuçların gerçekliğini (doğruluğunu, haklılığını) kanıtlamanın araçlarıdırlar. Sadece bu kadar da değildir. Yine her bir ideoloji, tarihsel olay ve olguları kendi meşrebine göre anlayıp anlamlandırmak suretiyle, kendine göre farklı algılama biçimleri sergileyerek farklı anlamlar ürete(bile)ceğinden, bir yandan anlam kaymalarına sebep olabilecek ‘kavram kargaşası’na da yol açabilirken, paradoksal biçimde kendi bütüncül, kuşatıcı ve yanılmazlık iddiası taşıyan kategorileri ve buradan doğan gücüyle, gerçeği (doğruyu, haklı olanı) kendine tabi kılarak, o ‘kargaşa’yı aşmanın da aracı olabilmektedirler. Nitekim ideolojiler bu bütüncül, kuşatıcı ve çözümleyici güçleri ve kendi ‘iç tutarlılık’larıyla kendilerince bu kargaşayı ortadan kaldırırlarken, o ideolojilerden herhangi birisine dâhil olan bizler de o gücü paylaşıyor olmamız nedeniyle kafamızdaki kargaşayı aşarak gerçeği (doğruyu, haklı olanı) elde etmenin iç huzurunu ve güvenini yaşayabiliyoruz. Kaldı ki ‘İdeolojiler Çağı’ olarak da nitelendirilen ‘modern dönem’, siyasal-toplumsal yapılanması ile bu minval üzere seyreden ilişkilere uygun bir zemin teşkil etmektedir. Bu durumun aynı zamanda çatışmacı ve de kırılgan bir mahiyeti olacağı/olduğu ise aşikârdır.
Çatışmacıdır, çünkü kendi ideolojimiz içinde kaldığımız ve dünyaya oradan baktığımız sürece, bu son kertede kendi ‘ideolojik kapsamımız/sınırlarımız’ dışında kalan ‘öteki’ne/ötekilere rağmen yaşanan bir süreç olacaktır ki burada çatışmacı bir ilişkiselliğin gündeme gelmesi de kaçınılmazdır. Keza kırılgandır, çünkü gerçek doğru ve haklı olma halini kendine göre rasyonalize eden ideoloji(miz), zamanın değişken dinamiğinin -zamanın değişim ile karakterize dinamiğinin- etkisine açık olacağından -tıpkı kavramlarda olduğu gibi- kendisini de değiştirmek ve dönüştürmek gibi bir durumla da karşı karşıya kalacaktır. Bir başka ifadeyle ideolojiler(mizin)in kendileri de zamanın değişken dinamiğinin etkisine bağlı olarak değişime ve dönüşüme uğramak zorundadırlar ve bu da onların tarihsel gerçekliklerle kurduğu ilişki biçiminin mahiyetine doğrudan yansıyacaktır.
Bunun böyle olduğunun en somut örneğini, 20.yüzyıl sonunda açığa çıkan, elan içinde bulunduğumuz, kritik ve de kaotik dönemde gözlemlemek mümkündür. Şöyle ki bu aşamada zuhur eden yeni koşulların zorladığı ‘değişim süreci’ karşısında Sağ’dan Sol’a kadar yerleşik-hâkim siyasal-ideolojilerin (siyasal-ideolojik akılların) kendileriyle hesaplaşması ve yeni açılımlar sergilenmesi bir zorunluluk arz etmiş, bu bağlamda yaşamın bütün alanlarını kuşatan değiştirici, dönüştürücü dinamik, tarihsel gerçekliklerle cari kavramlar/ideolojiler üzerinden kurulan ilişki biçiminin niteliğine de yansıyarak, aynı anda yeni anlamlar (kavramsallaştırmalar) üretmeyi ve ideolojik açılımlar sergilemeyi teşvik edecek bir süreci de başlatmıştır. Bu aynı zamanda modern dönemin kendisiyle sınırlı; gerçeği, doğruyu ve haklılığı kendine tabi kılarak, sadece kendini olumlayan bütüncül, kuşatıcı ve yanılmazlık iddiası güden; her türlü olumsuzluğu öteki’ne yıkarak onu dışlayan çatışmacı siyasal-ideolojik akıl ve aidiyetlerin, yeni dönemin talep ve beklentilerini karşılamaktan çok uzak kaldıklarının da tescili olmuştur. Öyle olduğu içindir ki bu kritik dönemeçte, yaşanan karanlık/zalim eşiği geçmek ve deyim yerindeyse düzlüğe çıkmak bakımından yeni kavramsallaştırmalar/ideolojik açılımlar gündeme gelmiş ama ne var, bugüne gelende dünya çok daha distopik bir mahiyet kazanmaktan öteye geçememiştir.
İşte tam da bu noktada, ‘daha âdil, özgür, eşitlikçi, paylaşımcı ve dayanışmacı ’ bir dünya inşa etme iddiası taşıyan, ancak realize ettiği sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ideoloji/siyaset olarak alternatif olma özelliğini büyük oranda yitiren Sol, yıkımından sonra evrensel ölçekte ‘son durak’ kibriyle yerine ikame olan alternatifin (kapitalist/liberal), beklentilerin aksine yol açtığı derin ve de ölümcül kaostan çıkabilmenin umudu olarak yeniden gündeme gelmiş, en azından bunun zemini oluşmuştur. Şu farkla ki artık burada eski Sol’a hayat olmadığı/olamayacağı gerçeği , ‘Hangi/nasıl Sol?’ sorusunun sorulması ve yanıtlarının aranmasını da zorunlu kılmıştır.
Okuma hızının yazma hızına yetişmekte zorlandığı, Sloven Marksist düşünce insanı, sosyolog-kültür eleştirmeni S.Žižek (kimilerince düşünce dünyasının pop starı) bu konuda görüşler ortaya koyan yaratıcı ve üretken bir isim. Onun geçtiğimiz günlerde Türkçe olarak da yayınlanan -kendi ifadesiyle “komünist bir bakış açısıyla” yazdığı- “Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol” (Ayrıntı Yayınları) adlı eseri, ‘hangi/nasıl Sol?’ sorusunu karşılama iddiası taşıyan, bu bağlamda konu zenginliği içeren, dikkat çekici bir çalışma. Öncelikle küresel ölçekte yaşanan çöküşe, küresel olarak karşı çıkılması gerektiği hususunun altını ısrarla çizen, ekonomik krizden ekolojik krize, Sağ ve Sol popülizmden cinsel özgürlük mücadelesine, pandemiden göç sorununa farklı konularda çözümlemelerde ve de çözüm önerilerinde bulunan Žižek’in alternatif olarak sunduğu ve “adını söylemeye cesaret eden” diye tavsif ederek “komünizm” olarak isimlendirdiği Sol’un, ilk etapta ‘radikal/makro/majör’ çözümler ısrarı/önermesi olarak okunabilecek olsa da, buraya kadar gelende, hayatın bütün alanlarını kuşatacak ve de ‘büyük duvar’da (yerleşik sistemde) çatlaklar açabilecek açılımları/pratikleri içkin ‘mikro/minör’ mücadele biçimlerine ayrıca vurgu yapıyor olmasını da gözden kaçırmamak gerekmektedir. Nitekim kimi özgün örneklerden hareketle “toplumsal/siyasal mücadelede iki tuzaktan da kaçınmak gerekir: Sahte radikalizm (asıl önemli olan liberal parlamenter kapitalizmin ortadan kaldırılması; diğer tüm savaşımlar talidir) ve yanı sıra sahte aşamacılık (şu an askeri diktatörlüğe karşı basit demokrasi için savaşıyoruz; sosyalist düşlerinizi unutun, daha sonra sırası gelecek; belki…). Belirli bir mücadeleyle ilgilenmek zorunda kaldığımız soru şudur: Buna dâhil olmamız ya da olmamamız diğer mücadeleleri nasıl etkiler?” (a.g.e s.59) biçiminde yaptığı tespitler, önerilen Sol kapsamında, ‘makro/mikro (majör/minör) mücadelelerinin birbirlerini önceleyen değil, biraradalığını vurguluyor olması bakımından dikkat çekicidir. Şüphesiz ki Žižek’in (tıpkı başka diğer isimlerin olduğu gibi -burada, farklılıklar içerse de, aynı komünizan hassasiyetle davranan Alain Badiou ismini de, ‘Sosyal Bilimler Dergisi, Pasajlar’ın ‘Alain Baidou’ özel sayısını hatırlatıp, bilhassa zikrederek-) “34 zamansız müdahale” alt başlığıyla yazdığı, konu zenginliği içeren görüşlerinin doğruluğu/geçerliliği, tartışmalara/eleştirilere açıktır ve de zaten öyle olmak gerekmektedir. Böylesi tartışma/eleştiri platformlarının, ne post-modern aklın “o da olur bu da olur” nihlizmine, ne de modern aklın mutlaklık/kesinlikle malûl tutuculuğuna saplanmadan, yaygınlık kazanmasının, adı ne olursa olsun, talep edilir ideolojik/siyasal Sol seçenek inşa etmek açısından yararlı olacağı aşikârdır.
Şimdilerde evrensel ölçekte ezici ağırlığı çok daha yoğun hissedilen bu rezil ve zalim düzenden kurtulmanın aciliyeti; daha âdil, özgür, eşitlikçi, dayanışmacı ve paylaşımcı bir dünyaya olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla artırmıştır. Bu vazgeçilmez taleplerle örtüşecek, yeni yaşam biçiminden yeni varoluşsal koordinatları öne çıkacak insanın oluş sürecine varana kadar, Sol’u tarih sahnesine yeniden çağıran, ona yeni imkânlar sunan da budur.