Züccaciye dükkanına giren Fil !
BM Genel Sekreteri Guterres’in Kuzey Kıbrıs’taki seçimlerden sonra 5’li Konferans çağırmayı planladığına dair açıklamasının ardından ortalık yıkıldı.
Bilindiği üzere, Berlin’de gerçekleşen 3’lü yani BM Genel Sekreteri, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Liderlerinin katıldığı toplantının ardından, Garantör ülkelerin de dahil edileceği 5’li konferans gündeme gelmiş, ancak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden dolayı ötelenmişti.
Sayın Guterres her ne kadar malumu ilan etmiş olsa da, Doğu Akdeniz’de büyük bir krizin olduğu, giderilmesi için NATO ve AB başta olmak üzere çeşitli uluslararası güç odaklarının inisiyatif aldığı bir dönemde BM Genel Sekreterinin Kıbrıs’ı işaret etmesi oldukça anlamlıdır. Çünkü Doğu Akdeniz’deki gerilim ancak ve ancak Kıbrıs sorununun çözümü ile giderilirse bir güven ortamı oluşur. Ardından Deniz Yetki Alanları yeniden şekillendirilecek, MEB konuları gündeme alınacak ve Ege sorununda akılcı ve hakkaniyete dair çözüm süreci başlayabilecektir.
Yani Kıbrıs sorunu çözülmeden, bölgede güven ortamı ve istikrar alanı yaratmak kesinlikle imkansızdır.
“Kıbrıs Cumhuriyeti” uzun yıllardan itibaren uluslararası hukuka bağlı kalarak hareket etmiş, Doğu Akdeniz’e kıyısı olan çeşitli ülkelerle (Mısır, İsrail, Yunanistan gibi) kurduğu ekonomik ve askeri ittifaklar ile bölgede etkili bir pozisyon almıştır. Avrupa Birliği üyesi olmanın avantajını da kullanarak, gerek hukuki gerekse askeri bağlamda bölgede dengeleri değiştirecek ikili adımlarla, bir yandan Fransa’nın iki savaş uçağını ve bir fırkateyni Baf’ta konuşlandırarak, bir diğer yandan İsrail’den insansız hava aracı alarak egemenliğini öne çıkarmış, varlığını hem gündemde tutmuş hem de aslında Türkiye hükümetinin son zamanlarda bir dış politika unsuru olan gerilim yaratan çatışmacı tavrını sahaya çekmeye çalışmıştır. Başarmıştır da. Türkiye hükümeti, bölgede bozulan dengeleri yeni ittifaklarla yeniden tesis etmek ve şu anda ciddi sorunları olan (Mısır, İsrail vd ülkelerle ilişkilerini yeniden yapılandırmak yerine), Mavi Vatan gibi yayılmacı bir fikir üzerinden sahaya inmiş, maceracı eylem ve çatışmacı söylemlerle, yangına benzin dökmeyi tercih etmiştir. Sahada denge yaratmak diye sözü edilen ve bizim Dışişleri Bakanı Sayın Özersay’ın da memnuniyetle karşıladığı ve ortaklaştığı bu zihniyet çatışmayı büyütmekten başka bir işe yaramamıştır ne yazık ki. Özellikle Yunanistan ve Fransa ile “gunboat diplomacy- güç siyaseti”ni yürütmeyi tercih etmiştir.
Türk Dış politikasının, iç siyasetin asli unsuruna dönüştürüldüğü bu dönemde, Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri biraz da Türkiye’deki siyasi ve ekonomik süreçler üzerinden okuyabiliriz. Ancak söz konusu macera arayışları, ülkeler ve toplumlar arası ilişkileri darmadağın ettiği gibi, en çok ihtiyaç duyulan karşılıklı güveni de alıp götürmüştür. Uluslararası ilişkilerde kırıp dökmenin kolay, karşılıklı güven yaratmanın çok zor olduğunu düşünürsek...
Oysa ki, bölge halklarının ortak çıkarı, ne karşı cephe yaratıp ittifak kurarak herhangi bir ülkenin dışlanmasında ne de maceracı arayışlarda yatır. Sağduyu, uluslararası hukuk ve siyaseten aklı selim olmadan olmaz.
Burada ne bölgenin en büyük ülkesi Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve haklarını yok saymak kabul edilebilir, ne de yayılmacı bir anlayışın ürünü Mavi Vatan gibi hayalperest projeler…
Elbette güç siyasetinin yanlış olması gibi, Kıbrıs müzakere sürecinin canlı olduğu bir dönemde tek yanlı girişimlerle Hidrokarbon yatakları konusunun askıya alınmamış olması ve konunun bir egemenlik meselesine indirgenmesi Anastasiadis’in kabul edilemez bir hatasıdır.
Guterres’in açıklamasının ardından TC Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu CNNTürk’te bir açıklama yaparak şöyle dedi: “KKTC’de seçimden sonra önce gayriresmi bir araya gelmek lazım, BM+5 (3 garantör ülke-Kıbrıs’taki iki taraf) önce. Bundan sonra neyi müzakere edeceğimizi belirlememiz lazım. Bunun çerçevesini belirlememiz lazım. Referans belgesini oluşturmamız lazım, siyasi eşitlik gibi unsurları başta oraya koymak lazım. Bir de zaman belirlemek lazım. Sonuç odaklı belli bir zaman içinde bu işi bitireceksek, o zaman müzakerelere başlamanın bir anlamı var. Aksi takdirde, Crans Montana ve Annan Planı gibi başarısızlıkla sonuçlanacaksa zaman kaybıdır, hiçbir anlamı da yoktur. Biz Türkiye olarak Kıbrıs sorununun adil bir şekilde çözümünden yanayız.”
Sayın Çavuşoğlu, çözüm odaklı olmak ve yeniden zaman kaybetmemekten gerektiğinden bahsetmektedir. Yine, yeni bir başarısızlık olmaması gerektiğini belirterek, ön hazırlığın çok iyi yapılmasını anlatmaktadır. Burada Sayın Çavuşoğlu’nun en genelde haklı bir yaklaşım içerinde olduğunu söyleyebiliriz. Elbette 5’li konferans yeni bir başarısızlıkla sonuçlanmamalıdır. Bununla ilgili BM Güvenlik Konseyi karar ve raporlarına yansıyan* , bizim olmazsa olmaz dediğimiz siyasi eşitliğin özellikle dönüşümlü başkanlık ve kararlara etkin katılım bağlamının nasıl sonuçlandırılacağı belirginleştirilebilir. Aynı programda Sayın Çavuşoğlu: “Türkiye olarak Kıbrıs sorununun adil şekilde çözümünden yanayız” demiştir. Bu ifade de oldukça önemlidir.
Bahse konu açıklamadan bir gün sonra, 17 Eylül tarihinde TC Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sayın Hami Aksoy, züccaciye dükkanına giren filin kontrolsüzlüğü içerisindeymişçesine, Sayın Çavuşoğlu’nun bir gün önce ifade ettiği sözleri zayıflatıp, yalanlarcasına yeni bir açıklama yapmış ve şöyle demiştir:
“50 yılı aşkın müzakere sürecinde, federal çözümle ilgili tüm ayrıntılar görüşüldü. Bundan sonra bize göre federasyonla ilgili konuşacak hiçbir şey kalmamıştır. Siyasi eşitliğin kabul edildiğine dair öne sürülen tüm unsurlar muğlaktır. İçi boştur. Üstelik Crans Montana’dan bu yana geçen sürede Rum Yönetimi, doğal kaynakların paylaşımı konusunda da olumlu en ufak bir adım atmamıştır. Bu durumda yeni bir müzakere süreci başlaması söz konusu olduğu takdirde, her şeyden önce diğer seçeneklerin ele alınması icap eder. Bizim söylediğimiz de budur. Artık Adadaki gerçekler ve egemen eşitlik temelinde bir çözümün konuşulmasının zamanın geldiğine inanıyoruz.”
“Adadaki gerçekler ve egemen eşitlik” görüşü, Kıbrıslı Türk toplumunun çok iyi bildiği bir konu olup, “çözümsüzlük çözümdür siyasetinin mimarı” Rauf Denktaş’a aittir. “Adadaki gerçekler”le iki ayrı devlet varlığının iddiası yapılıp, de facto durumun dikkate alınması önerilmekte, egemen eşitlikle ise, ulus devletin ayrılıkçı egemenlik anlayışına referans verilmektedir. Yani Denktaş dönemini hortlatılırcasına, toplumu 2000 öncesine yani yalnızlık dönemine geri dönüş sinyali verilmektedir.
Bunun yanında, “Federasyonla ilgili görüşecek birşey kalmamıştır” gibi, Kıbrıslı Türk halkının kendi kaderini tayin ettiği, 24 Nisan 2004 iradesine çok büyük saygısızlık yapılmıştır. Sayın sözcü haddini aşmıştır. Bir halkın iradesine önce saygılı olunmalıdır. Çok hassas dengeler üzerinde kurulu Kıbrıs siyasetinin geriletilmesi ve maceracı yaklaşımlara kurban edilmesinin bedeli hepimiz için çok büyük olur. Bunu kabul etmemiz hiçbir açıdan mümkün değil.
Seçim döneminde Federasyon karşıtlarını memnun etmeye hatta desteklemeye dönük konum alma ihtimali de olan bu tür açıklamaların, büyük bir geleneği olan bir müessesenin sözcüsü tarafından ifade edilmesi talihsizliktir, düşündürücüdür.
Tüm bu yaşananlar bize Kıbrıs’ta çözümü BM parametreleri çerçevesinde savunan, ne istediğini bilen, güven veren kişilerin Cumhurbaşkanı seçilmesinin tarihsel değerini bir kez daha göstermiştir. Bir tarafa karşı cevap veya bir tarafa destek olunsun diye değil, Kıbrıslı Türklerin hak ve çıkarlarını BM parametreleri bağlamında öne çıkarıp, Kıbrıslı Türk ve Türkiye halklarının ortak çıkarının bu çerçeve olduğu bilindiği için.
Doğrusu budur, diye düşünmekteyim.
DİPNOT
- “Siyasi eşitlik federal devletin tüm organlarında ve idarede eşit katılım anlamına gelmezken, benzer durumlar yanında şu yollarla hayata geçirilebilir: Kıbrıs Devleti’nin federal anayasası iki toplum tarafından oybirliğiyle, iki toplumun mutabakatıyla kabul edilecek veya değiştirilecek, federal devletin tüm organlarında ve bunların kararlarında her iki toplumun etkin katılımı olacak, federal devletin toplumlarından herhangi birinin çıkarına aykırı uygulamalar yapılmasını engelleyecek önlemler alınacak ve iki federe devlet eşit olacak, eşit yetki ve işlevlere sahip olacaktır.” BM Genel Sekreterinin 1990 tarihli, S/21183 sayılı raporu üzerine, BM Güvenlik Konseyinin, 1991 tarihli, 716 sayılı kararı