ZULA’DAN BİR ÖYKÜ
Zihnimin odasındayım, tadı tuz, sesi boğuk, yine buralardayım. Kim bilir; kaçıncı evresinde hangi “ben”e eşlik edeceğim.
Aliye Özsoylu
[email protected]
Koyu kahve renk duvarlarda. Hiç de sevmem bu rengi ama içindeyim. Odanın bir köşesinde hatırda kalmayacak kadar küçük bir pencere var. Tam olarak bir oda da denemez, kafamı kaldırıp tavana bakınca anlıyorum. Başka bir gezegendeymişim gibi bir his yaratan geceye bakıyorum. Yeşil siyaha dokunmuş ve o muhteşem kuzey ışıkları edasıyla gecenin içinden geçiyor. İndiremiyorum kafamı bir türlü aşağıya; derin bir iç çekişten sonra boynumu serbest bırakıyorum. Sırf adını koymak için bulunduğum mekânın etrafıma bakınıyorum hiç detaylara takılmadan. Zihnimin odasındayım, tadı tuz, sesi boğuk, yine buralardayım. Kim bilir; kaçıncı evresinde hangi “ben”e eşlik edeceğim. Süprizin ortaya çıkmasını beklerken yine bakmak istiyorum gökyüzüne. Bu sefer kırmızı karışmış aralarına. Gözlerimi ayıramadığım o anda bir kapı aralığının sesine takılıyor kulaklarım. Heyecanlanıyorum. Ağzını yüzünü üzerine silerek yanaşıyor yanıma özgürlük. İlk halleri bunlar; sevimli olduğu zamanlardan kalma… Etrafımda tur atıyor; çocuk çığlıklarıyla, yerine hiçbir şeyi koyamadığım gülüşleriyle, başımı döndürüyor başına buyrukluğu. Olsun diye geçiriyorum içimden, özlemişim. Ta nerelerden hatırlayıp getirmişim onu buralara kadar; yanağını sıkmaya hakkım var diye düşünüyorum, izin veriyor. Yukarıya bakmak istiyorum yeniden. Renkler aynı arkadaşlıkla devam ederken tavanın bir köşesinin kaybolduğunu fark ediyorum. İlk başta fark etmedim herhalde diye düşünüp es geçiyorum. Bir daha açılıyor kapı; bu sefer belli ki kirlenmesin diye korunmaktan helak olmuş halde beyaz bir elbiseyle karşıma dikiliyor. Yine özgürlük; büyümüş biraz, sevimsizleşmiş. Önceki haline kızıp oturuyor tam karşıma; onu da kucağına alıyor. Sınırı var artık, bunun bilincinde, bana da bunu hissettiriyor o dik bakışlarıyla. Korkmuyorum ama merak ediyorum; nasıl oluyor da bu kadar kısa zamanda farklı yollardan eşlik ediyor bana. Soruyorum; “daha değil” diyor. Diğer misafirlerimizi beklemeliymişim. Kimleri davet etmiştim ki ben? Ya gelmeyen olursa? Yetişkin olan geliyor bu sefer, kapıyı ben açıyorum çünkü izin istiyor girmeden önce. Daha da bilinçli, daha dingin, daha mesafeli tavırlarla selamlıyor bizi. Kafasında haki rengi bandana; üzerinde kiri göstermeyen ama aynı zamanda kirli olmayan hardal rengi bir kazak, altında gri bol bir kot ve kahverengi botlar. Yürüyüşü bakışlarıyla aynı sakinlikte diğer ikisinin yanına geçiyor. Etkileniyorum; her zaman yaptığım gibi bir şeyden ya da birinden etkilendiğimde gözlerimi kaçırıyorum onlardan. Tavana bakıyorum; renkler yine aynı ama tavanın bir köşesi daha yok olmuş. Bu sefer gözümden kaçmış olamaz, besbelli bir şekilde kafamın üstündeki görüntüyü eksiltiyorum. Tamamlandık mı, başlamalı mıyız emin olamıyorum ama bir şekilde ortamda bir iddiam olmalı. Sonuçta benim zihnimin garip bir odasındayız. Karşılarına geçip oturuyorum; gözlerimi dikiyorum ve parmağımı şaklatıyorum; geriye kalanlar kapıyı açıp girsin, beklemeyeceğim; dökülün bakalım diyorum…
Sanki onlar daha önceden sözleşmiş ve ben aralarına düşmüş gibiyim. Ortam loş olmasına rağmen karşımdakiler kafa tutan bir insanın parlaklığında. En çok da küçük olanla bakışıyorum. Öyle kendi halinde, öyle umursamaz ki “ele avuca sığmıyor” oluşu beni özlediklerime itiyor. Traktörün üzerinde etekle, saçları iki yandan örülü kız çocuğunun dedesiyle okula gidişini anlatıyor bana. Saçları taranırken çocuğun inatçı şımarıklığından nenenin sabırlı azminden ve dedenin ikisinin arasında kalmışlığından bahsediyor. Uzun bir yürüyüşün sonunda eve toplanılan tavşankulaklarıyla dönmenin mutluluğunu anımsatıyor. Büyük insanların eğlencesinde küçük bir çocuğun masanın üstüne çıkarak göbek atışına gülüyoruz birlikte. Sırf güzel oynadığını düşündüğü için çocuğa nazar boncuğu takan annenin arkadaşını hatırlıyoruz. Elimi tutup yanağımı okşuyor ve oturduğumuz yerde koşuyoruz. Bir köyün yokuşunda rüzgârı gerçekten hissettiğim o ana gidiyoruz. Çivili spor ayakkabılarla, ilk âşık olduğum beden öğretmenimin heyecanıyla ve cılız bir bedenle bitiş çizgisine koşuyorum. İki yanağım da kırmızı, nefes nefese benimle koşmuş gibi hisseden babama sarılıyorum. Yere oturup kafasını dizime yaslamış benimle birlikte dalga sesi işitiyor. Deniz kenarında, kumların üstünde, “galif”in altında “abi” denecek kadar büyümüş birisi gitar çalıyor, diğer abi de eşlik ediyor ritme, dede karpuz kesiyor, ailenin geri kalanı da içerek eşlik ediyor o akşamüzerine. Gökyüzü açık, keyifler çakır, henüz birisi eksilmemiş kadar kalabalık… Gözümü açıp baktığımda kucağımdaydı. Yine birlikte başka bir şehirde, arabanın içinde Mirkelam çalıyor, yolculuk yapıyoruz. Oya Bora’nın yeni kasetini aldırtmak için ağlıyoruz. Başka insanların yaşadığı başka şehirlerin içerisinden panoramik bir şekilde geçerken fonda 90’lar pop çalsın istiyoruz. Çalıyor da. Gördüklerim duyduklarımla birlikte aklımda kalmalı o yüzden ısrarlıydım “Sevmek Zaman’ında. Kaldı da aklımda… İndi kucağımdan, elinde biriktirdikleriyle kapıya doğru yol aldı, itiraz edemedim, gidişine hesap da soramadım, dedim ya pis olmaktan korkmadığı için ağzını yüzünü üzerine silen dibine kadar “özgür” bir çocuk olduğu için arkasına bakmadan çıktı kapıdan. Görüntüye kaldırdım kafamı, tavanın bir parçası daha artık açık değildi.
Havadan yere indiğinde gözlerim beyaz elbiseli olanla karşılaştı. Bu kadar kısa bir es’ten sonra onunla tekrardan tanık olacaklarıma hazır mıydım bilmiyorum ama sohbet etmek istediğimden son derece emindim. “Çiçeği toprakla buluşturmak yetmez, onu sulamak da, onunla konuşursan tamamlarsın var oluşunu, sen konuşuyordun, hatta alışkanlık haline getirmiştin bu iki günlük arayla yapılan sohbetleri” dedi. Şimdi delirdin. Tıpkı Sezen Aksu’nun dile getirdiği gibi “delidir; bir çiçek bile bakmayan”… Bu cümle kadar delirdin; diye üsteledi bir de. Diz kapakları benimkilerine değiyordu ve karşımda gözlerini gözlerime dikmiş, ağır geçeceğini hissettiren bir ifadeyle bakıyordu bana. Ben ise kafasında bandana olana bakıyordum. Henüz bende değilsin, onunlasın, yolculuğun tadını çıkar deyip “önüne bak” anlamına gelen el işaretini yaptı. Döndüm önüme ve aklıma ilk “Eminem” konseptli panoyu düşürdü. 2000’li yılların başında beyaz bir rapçi. Efsane bir giriş. İçine girmiştim bu özgür ruhun, çocuklar çevre, ağaç, aile konulu duvar kompozisyonları yaparken ben “onu” anlatmıştım kendi gözümle. Ve kazanmıştım… Çünkü farklılıklar özgürlüğü zenginleştirenlerden olmuştur hep. O yaşlarda genel-geçerin dışına çıkıp herkesçe olmayanı gözlemlemek agresif değildi henüz. Sonrasında başlamıştı kıyımlar… Bunlardan önce birkaç şey daha vardı, onları gözümün önüne getirmek istediği için koluma çimdik attı. Trampet sesleri eşliğinde “kapıların açıldığı” güne gittik. İki toplumlu bir adada sınırı aşmanın ilk adımı denebilir mi bilemiyorum. Ama insanların ayak izinin olduğu “diğer tarafı” görmeleri, oyun oynadıkları sokakları ziyaret etmeleri, gittikleri okulu, sevdikleri insanları, yanyana yaşamayı bilen komşuları yeniden ziyaret edebilmeleri, birbirlerine yeniden karışabilme olanağı geldi aklımıza. “Kapıları yıkıp geçtiğim anı hatırlatıyorum sana, insanla bağlantı kurmuştum, en azından bir parçam onlarlaydı” dedi. Konuyu böyle kapattık şimdilik. Daha da yakınlaştı yüzü yüzüme. “Değişik” bir insanın ne kadar daha normal sayılamayacağını tartışırken “saçı kazıtmaya” ortak edilen annenin sakinliği ve kuaförün elinde usturayla duruşundaki telaşı anımsadık. Gülüştük; “iyi ki de yaptık” dedirten bir kafa ile gezdik aylarca. Biraz uzayınca çizgiler de ekledik o kafaya, bir süre de öyle gezdik, hiç ayrılmadı yanımdan… Kahvesinden bir yudum içirdikten sonra beni bir ağacın altında ders dinlediğimiz güne götürdü. Tepeden aşağıya yuvarlanarak gelip “hoş geldiniz” diyen bir üniversite hocasının varlığının ne güzel olduğunu yineledi. Birbirinden farklı birçok insanın “seçilmiş” gibi bir sınıfta toplanıp yaşadıkları yerden uzak bir şehirde o müthiş soğuğu iliklere kadar hissedip, bir “orta bahçe”de nasıl birleşebildiklerini ve o şehirde birlikte yaşayabilmeyi öğrendiklerini özlemledi. “Gürbüz Hoca”yı dinledik tekrar. Hangi fotoğraf makinesinde kaç vida var, uçak hangi ağaçtan yapılır, hamsi balığı ekmek arasında hangi aylarda yenir, eliyle omzumuza dokunarak kütüphane edasıyla tek tek yeniden anlattı. Onu kaybetmeden önce bir daha yaşadık… Müzik yine olmalıydı fonda. Bu sefer Hayko Cepkin’i dinlemek istedik. “İğne atsan yere düşmez” denir ya; işte öyle bir mekânda gitaristin bacaklarının arasında oturarak dinledik ilk konserini. Bir fotoğraf karesi için Manga’nın Ferman’ını sabah 5’e kadar Ankara ayazında bekledik. Değdi de, elimin altında şu anda. Şimdi görsem belki de tanıyamayacağım bir kız arkadaşım da var Ferman’ın sağında. Bunları konuştuk… Sonra birden kalktı karşımdan, elbisesinin kirlenip kirlenmediğini kontrol etti, yeterince temiz olduğuna ikna olduktan sonra sessiz bir şekilde odayı terk etti. Tavanın diğer köşesi de yok olmuştu. Artık gece; yeşili ve kırmızısı ile çok az görünüyordu.
Karşımda bana zaman olarak en yakın olanı kalmıştı. “Benim diğer hallerimle gezdin, dolaştın şimdi sıra oturduğun yerde çakılı kalıp beni dikkatlice dinlemeye geldi” diyerek başladı sohbetin son kısmına. Böyle çoğaldık işte. Yalnızken başkalarına karışarak, dokunarak, zihnimizi bölüşerek, içinde yaşadığımız dünyayı paylaşmasını bilerek, hepimize yer olduğunun bilincine kavuşarak buralara kadar geldik. Âşık da olduk, yerlere düşecek, salya sümük ağlayacak kadar da kendimizden geçtik; bugün bu odaya böyle taşındık. Kalıcı değiliz, ikimiz bu kapıdan birlikte çıktığımızda dışarıda bir yerlerde, bazı zamanlarda beni hatırla diye geldim buralara kadar. Kendim gelmedim, beni sen çağırdın. Yavaş yavaş kapanan o gökyüzünü yeniden açmak için davet edildim. Böyle konuşuyordu benimle, karşımda, uzak mesafede ve bodoslama. Sanırım yakınıma gelmek için uzaklardan bahsedecektik. Uzaklar derken; farklı coğrafyalar, farklı kültürler ve oralarda bulunan farklı insanlardan kastediyorum. Bir ufuk çizgisi kadar değil mesafe; aynı güneşin altında ısınıyorsak, aynı Ay’ın mükemmel oluşuna tanıklık ediyorsak o kadar da uzak değiliz demektir. Düşünsenize Güneş burada doğarken orada batıyor ve biz kıtalararası kadar mesafe yaratıyoruz. Sonra bu mesafeyi aşmak için oralara gidip ayağımızı basmak yerine “miş” gibi hissettiren kameralar kullanıyoruz. Özgürlük için dokunuş önemlidir. Dokunuyormuşsun gibi olmasını umursamaz, komik bulur. Bu yüzden karşımda bu kadar kendinden emin kulaklarını kabartıyor. Kendini beğenmişlikten değil olgunluktan bu halleri. Bağırarak anlatıyorum onu kısıtladığımız anları. İnsanlık adına utanıyorum detaylarda. Benim ayaklarımla basıp geçtiğim sokaklarda ağaçlar yaşasın diye dövülüp öldürülen Ali İsmail Korkmaz’dan bahsediyorum. Her sabah uyandığımda masaya oturup karnımın gurultusu geçsin diye yediğim ekmeği almaya giden Berkin’in de yine öldürülmesinden bahsediyorum. Sırf “şiir” yazdı diye idam edilen Haşim Şabani ve onunla aynı topraklarda doğan Panahi’nin de yine “şiir” yüzünden idam edilmek istendiğinden bahsediyorum. Müzik belgeselinin yasaklandığı ülkeler var diyorum ona. İnsanlar düşünemesin, itiraz edemesin, susup otursunlar diye izlenmesi yasaklanan filmler de var. Benim üzerine basıp denize girdiğim kumlara vuran cesetlerden bahsediyorum. Benim yüzdüğüm saatlerde onlar bir geminin içerisine tıkıştırılmış savaştan kaçıyorlardı, bunu da söylüyorum. İşinden sebepsizce uzaklaştırıldığı için 324 gün açlık grevinde kalan Nuriye ve Semih’ten de konuşuyoruz. Gözlemlediklerini kalemle yazıya döken kişileri manasızca hapise tıktıklarını hatırlatıyorum. Kendileri gibi düşünmüyorlar diye başkalarını yakan insanlar da yaşıyor bu dünyada. Söylerken bir kez daha şaşırıyorum. Çocuklara tecavüz eden “namuslu” zihniyeti hiç hatırlatmama gerek yok zira her gün neredeyse gözümüzün içine sokuluyor. Bunu da bağırarak söylüyorum ona. Ve daha onun hiçe sayıldığı, öğretilmediği, öğrenilmeyen birçok tanımsızca şeyden de bahsediyorum. Bahset bahset bitiremiyorum bir türlü. Sesim kısılıyor da öyle bitiriyorum konuşmamı. O hala sakin, hiç etkilenmemişçesine karşımda dikiliyor. Tavana bakıyorum bir kere daha, hiçbir şey yok, tamamen metal bir yığın. Kafamı aşağıya indirdiğimde çok yakınımda ve yanaklarımı avuçlarının içine almış vaziyette olduğunu görüyorum. “Bunlar oldu dahası da olacak ve sen de belki daha çok acıtanları yaşayacaksın ama çok oldukları için az olanları unutturabileceklerini düşünme” diye diretiyor. Dünya Kupası’nda ikinci olup aldığı parayı kendi ülkesindeki ihtiyaç sahiplerine dağıtan Hırvatistan Milli Takımı’nı hatırlatıyor. Devlet vergi alacağını açıkladığı için hiç olmayan bir dini yaratan ve ona isim koyup devlete karşı çıkan sonunda da yasayı iptal ettiren İzlanda halkını anımsatıyor. Yıkık dökük bir harabeyi kendi çabalarıyla butik bir otele dönüştüren ve burada insanları en güzel şekilde konaklatan Polonyalı çiftin varlığından haberdar ediyor. Yaşadığım adada devam eden “Karagöz” oyunundan, çocukların izlerken attıkları kahkahadan, sokakta dans edebilen insanlardan bahsediyor. Her şeye rağmen biriktirdiği bütün parasını bir tiyatro sahnesine harcayan Şevket Çoruh’tan da dem vuruyor. Üniversiteyi bırakıp Kırklareli ‘ye yerleşen ve oradaki sokak hayvanlarına kendini adayan Gökçer Korkmaz’ı anlatıyor. Aksine tüm bunları sakin bir ses tonu ile tane tane söylüyor. “Az çoktur” cümlesinin büyüklüğünden emin olmamı sağlıyor. “Beni kaybetmekten korktuğun için tüm hallerimle buralara getirdin ama aslında umudun olduğu sürece ben de seninle birlikteyim; bu yüzden sadece hatırlaman yeterli, şimdi kafanı kaldır bir kez daha bak ve sonra çıkalım bu kapıdan” diyor. Sonrasında tamamen açık ve derin bir mavi karşılıyor beni.
Elinden tutuyorum ve dışarıya çıkıyoruz. Bir daha ne zaman görüşüyoruz diye sormama gerek yok diye geçiriyorum içimden. Toplanıp gelmişler şimdi de dağılıp gidiyorlar işte. Fonda yine müzik… Pharrel Williams “Freedom” çalıyor. Şarkıda attığı çığlığa bir kez daha hayran kalıyorum. Aynı şarkıyı dinlerken ve sonrasında nasıl olsa görüşürüz diyerek şimdilik vedalaşıyoruz.